Zaafa Ugratan Sebebler

Müslüman hükümranlığı, islâmî esaslar ve kendine mah­sus düzenlerle kurulmuştur. Bu varlığın tarih boyunca sürüp gitmesi, ayakta durması ve terakkisi bu nizam ve düzenlere riayet etmekle mümkün olmuştur. Bir asırdan az bir zaman içinde geniş ülkeler fethedip oralarda sür'atle kökleşmesi bu sayede olmuştur. O zamanın at ve deve gibi iptidai nakil vasıtalariyle iklimden iklime, ülkeden ülkeye giden müslümanlar girdikleri her yerde haklan kolaylıkla hak dinine ve hidayet yoluna sokmağa muvaffak olmuşlardır. Şunu da unutmamalı­dır ki dinin neşir ve tamimi için o zaman dil ve kalemden baş­ka vasıta da yoktu. Propagandasız ve sair imkânlardan mahrum bir halde elde edilen muvaffakiyetler ve akla ve mantıka hitap eden kudretli varlığı ve esas cevheridir.

M üslüman düşmanları; Müslümanlarda gördükleri kudret ve kuvvetin menbaım çok araştırdılar ve bunu mensup oldukları dinin üstünlüğünde ve insanları terakkiye, refaha ve me­deniyete sevkeden cevherinde buldular. Müslümanlığı zayıf düşürmek isteyenlerin bidayette baş vurdukları çareler çoktur. Bunlardan bir kısmı dinin naslarma ve bu nasların hayat ve hâdiselere olan uygunluğunu görerek onunla alâkadar olmuş­lar, bazıları da Peygamberimizin hadislerini ele alarak ondaki harikuladelik ve hikmetlerin farkına vararak bir çok uydur­ma, mevzu' hadisler icat etmek suretiyle işi çığrından çıkar­mağa çalışmışlardır. Böylece müslümanların bu mevzu hadis­leri ele alarak taşıdıkları manasızlıklara bakarak dinden uzak­laşmaları düşünüldü. Şu var ki bu hiyanetler müslümanlarm gözünden kaçmamış ve bu kundakları bulup yok etmişlerdir. Âlimler ve muhaddisler harekete geçerek hadisler üzerinde de­rin tetkikler yapmışlar ve hadisleri ancak eshabı kiramın: .Bunu bana söyledi diyebilecek olanların nakillerine itibar edil­miştir. Bu hadis meselesi, müslüman ilim adamlarının kıymetli mesaileri neticesinde o şekilde halledilmiştir ki; her hangi bir müslüman bunların doğrusunu ve kuvvetlisini ayırt edecek hale gelmiştir. İşin başlangıcında bu din düşmanları, bu hadis uydurucularına ölüm cezası vermek suretiyle fesadın önüne geçmişlerdir.

Kur'an ın Arapça olarak okunması ve herkesin kendi lisaniyle tilâvet etmesi meselesi, yeni olmayıp çok eskidir. Bunda­ki gaye: Kur'an âyetlerindeki ilâhi belagat, icaz ve hikmetler müteaddit lisanlara, müteaddit insanlar tarafından çevrile çev­rile parlaklığını kayb etsin ve insanlar üzerindeki tesiri azalsın. Bu mevzuda müslüman düşmanlarının sarfettikleri gayret­ler sonsuzdur ve çok eskidir, imam Âzam Ebu Hanife gibi bü­yük şahsiyetler ve içtihat sahipleri bu sebeple Arabcayı o de­rece mükemmel Öğrenmişlerdir ki, ancak bu sayede zamanla­rındaki fesatların Önüne geçmişlerdir. İmam Şafiî bu mevzuda daha titiz davranarak Kur'anın Arapçadan başka lisana ter­cümesini şiddetle reddetmiştir. Bizim imamımız olan dünyanın en büyük hukuk ve din âlimi ve müctehit Numan îbni Sabit [EbuHanife] Kur'anın lâfzan ve mâlen tercüme edilebileceğini s öylemiş ise de buna kat'îyen Kur'an ismi verilemiyeceğini de beyan etmiştir.

Arablar bu hususta, dini oldu ğu kadar milli bir gayret de sarfederek islâm dininin yalnız Arapça olarak talim ve tedris edileceğini daima ileri sürmüşlerdir. Bu; bizim şahsi kanaatımıza.göre Arab olmayan müslümanların din mevzuunda geri cahil kalmaları neticesini doğurmuştur. Kur'anı Hakimin Arap­ça' okunup öyle dinlenmesindeki tarif edilmez zevk ve heyecan ve insan ruhuna bahşettiği huşu başka hiç bir dilde temin edi­lemez. Fakat âyetlerin manâ ve hikmetlerini müslümanlara gereği gibi anlatmaktaki lüzum ve ihtiyacı da kimse inkâr ede­mez. Yine bir çok Arab müellifleri islâmiyeti kendi lisanları­nın inhisarında zannetmişlerdir ki bu, dinin bütün beşeriye­te şamil bir din olduğu fikrini zayıflatır. Islâmiyetin ana menbalarının Kur'an ve hadis olduğunu kimse inkâr edemez. Fakat bu, Arab olmayan milletlerin ikinci safta telâkki edilmele­rine de bir sebep teşkil etmez. Bütün bu yanlış telâkkiler ve fazla ifrata vardırılan taassublar garbın işine yaramış ve onlar bu fırsattan istifade ederek kendi kültürlerini islâm ülkeleri­ne sokulması ve islâm medeniyetini vücude getiren unsurların fena propaganda ve telâkkiler yüzünden İhmal edilmesi is­lâm hükümranlığına târî olan zaafın başlıca sebeplerinden­dir.

Yeni ba ştan arkamıza dönerek islâm tarihini dikkatle tet­kik edecek olursak, müslüman hükümranlığının üçüncü Halife Hazreti Osman devrinde evc-i Bâlâya ulaştığını görürüz. Lib­ya çölünün geçilmesi, Trablusgarbın islâm mülküne ilhakı, Mağrıp Aksaya kadar ilerilemiş, İspanyaya akınlar, Kıbrıs ve adaların fethi, Horasan ve Taberistan'm fethi hep Hazreti Os­man devrine tesadüf eder. Hiç şüphesiz bu fütuhatın hazırlan­masında Hazreti Ebubekir ve Hazreti Ömer'in de büyük hisseleri vardır.

On iki y ıl islâm hükümetinin başında bulunan Hazreti Os­man'ın, hükümdarlığının yarısı emniyet ve saadet içinde geç­miş, memlekette nizam ve asayiş, kökleşmiş, zamana göre ticar et ve ziraat inki şafa mazhar olmuştu. Böylece müslumanların servet ve ihtişama sahip olmaları islâm aleyhine başlayan fit­nenin mebdei telâkki edilebilir. Bunu, ileride okuyacağımız ana sebeplerden mada şu noktalara istinat ettirenler de vardır:

1 � Peygamberimizin devrinde yaşayan, ondan feyiz ve ilham alan, Resul Ekrem'in irşadını rehber tanıyan nesil ihti­yarlamış, ümmeti idare edemiyecek hale gelmişti. Her zaman ve her yerde olduğu gibi eski neslin, Peygamberden örnek alan ahlâk ve meziyetlerine mukabil yeni nesiller manevi bir gerilik içine düşmüşlerdi.

2 � Hazreti Ebubekir ve bilhassa adaletin müşahhas tim­sali olan Hazreti Ömer devrinde, islâm vahdeti ve kardeşliği her türlü fikrin üstünde tutulur, hakiki müsavat prensiplerine fevkalâde riayet edilir, kimse için imtiyaz tanımazdı.

3 � Üçüncü Halife devrinde islâm fütuhatı, evvelce de bahsettiğimiz gibi Afganistan ve Merakeşe kadar uzanmıştı. Fakat buna muvazi olarak gerek bu devr-i fütuhat esnasında, gerekse o günden şu dakikaya kadar yahudilerin müslümanları birbiri aleyhine düşürmek için sarfettikleri gayretler korkunç ve müthiştir. Bu fesad, tarih boyunca eksilmemiş, artmış bu­gün en had devrine ulaşmıştır.

Bu eseri yazarken, Arab m üelliflerinin vücude getirdikle­ri ve hattâ yeni yazılmış makaleleri hayret ve dehşet içinde gözden geçirdim. Meselâ Pakistanlı, Şimali Afrikalı ve diğer memleket müslüman kardeşlerimizin Türk milletini islâmın bayraktarı, rehberi ve ele basısı bilmelerine mukabil nedense bazı Arab yazarları bu fikirde değildirler. Türkiye ahvalini, Türk milletinin karakterini ve tevhit yolunda başardığı muci­zelerle göğüs gerdiği harikulade ahvali bilmiyorlar. Bu taassub katiyen islâmi değildir, ırkidir ve makbul de değildir.

Hazreti Osman devrinde M üslüman kudretine arz olan za­afın bir çok âmilleri zikredilmiştir. Hazreti Osman'ın şahsen halim, selim bir zat olduğu, memurların hareketlerini müsa­maha ile karşıladığı, kendi hısım akrabasını devlet işlerinde kullanıp onlara iltimas ettiği bu sayılanların başında gelir. Bütün bu sebepler teferruat sayılabilir, izalesi de kolay mesele­lerdendir. Esas olan mesele Yahudilerin islâm devleti ve varlılığını yıkmak için sarfettikleri gayretlerdir. Bunlar islâm akai­dini yıkmak, müslümanlar arasında mezhepler ve dini ihtilâf­lar çıkarmak için var kuvvetleriyle çalışmışlardır.

Yahudilerin isl âm aleyhine tertipledikleri suikastlar söy­le sıralanabilir ve hulâsa edilebilir:

1 � Küfede bir ihtilâlci fırka kurmak.

2 � Basra'da vuku bulan fesat

3 -- Yahudi d önmesi Abdullah bin Sebe'nin islâmı parça­layan büyük hıyanet ve fesadı ki, bunun de merkezi Mısırdır. Abdurrahman Ibni Malik, îmam Şa'bi'den şunlan nakleder: Bu Yahudi dönmesi ibni Sebe'nin maksadı müslümanlığı kökünden yıkmak idî. Bu herif San'alı bir yahudidir. Şiîliğin kusurlusu dur. Onun ruhu diğer bütün yahudi dönmeleri gibî müslümanlık aleyhine sönmez bir kin ve nefretle yuğrulmuştur. Çığ gibi büyüyen, ziya ve nur gibi yayılan, beldelerden, kişverlerden ziyade gönüller fetheden büyük müslüman dini­nin bunlar bas belasıdır ve bu dinî yıkmak için 1370 seneden beri bir dakika hıyanetten, fesattan, bozgunculuktan el çekme­mişlerdir. Tek dinimizi yıkmak için islâmın nurunu söndürmek için, intişarını menetmek için on üç asır içinde on üç dakika boş durmamışlardır. Vampirler gibi islâmın nurundan gözleri kamaşan bu mahlûklar, bu nurun ışığını karartmak için aklın, hayalin, mantıkin maverasını geçerek her çareye bas vurmuş­lardır. Hazreti Ali'ye, Sen Allahsın diyecek kadar gözleri ka­raran, ateşte yanmağı göze alan bu dönmelerin tek gayesi is­lâmın meş'alesini söndürmekti. Bu emellerinden bir an bile fariğ olmamışlardır. Hicretin otuzuncu yılında son haddine varan bu fitne müslümanlığı tahrif, yeni akideler, hurafeler ve batıllar aşılamakla devam etmiş ve hiç bir an fasıla verme­miştir,

Tek bir d ünya, tek bir medeniyet, tek bir Allah inancı etra­fında toplanan müslümanlığı darmadağınık etmek, onun iman ve akidesini bozmak, kuvvetini parçalamak, şevket ve haşme tini s öndürmek için Yahudi dönmeleri ellerinden gelenleri yap­mışlar, türlü entrikalar, hırslar ve gayizleri körüklemişlerdir. Hicretin otuzuncu yılma kadar, otuz asırlık fütuhat ve zafer­ler elde eden ve tam bir vahdet ve tesanüt içinde yaşayan müslümanları türlü mezhep ve hiziblere ayıran, gücünü bö­len yahudiler ve yahudi dönmeleridir. Bunların kara ve sim­siyah gölgelerini islâm tarihinin bütün sahifeleri üzerine kâ­bus gibi çöktüğünü görürüz.

* * *

M üslümanlığı zayıf düşüren sebepler meyanında tarih sırasiyle şunları zikredebiliriz:

Birinci Halife Hazreti Ebubekir ve onu takip eden Hazreti Ömer'in bu makamlara seçilmesinde müslümanlarm gösterdik­leri fikir birliğine yahudi fitnesi karışmış ise de işler normal seyrini takip etmiş, Hazreti Ömer'in on iki yıllık hilâfetinin birinci yansı mükemmel geçmiş ve fütuhat tamamlanmış ikin­ci yarısında yukanda gördüğümüz yahudi dönmelerinin entri­kaları yüzünden facialar kopmuş ve beldei resulde müslüman ve hatta Halife kanı dökülerek islâm tarihi lekelenmiştir. Hazreti Alinin zaman hilâfetinde ceryan eden hâdiseler her müslumanın malûmudur.

Şimdi artık tarihin normal ve kronolojik seyrine gidiyoruz. Hulefay-ı Raşidinden sonra müslüman devletinin başına geçen­ler bu makamı evlâtlarına veya kardeşlerine veyahut kendi soydaşlarına miras gibi bırakmak yoluna girmişlerdir ki bu hareket müslümanlığı zayıf düşüren âmillerden biri sayılır. Her ne kadar müslümanlığın çok kuvvetli bulunduğu devirler­de bu çeşit hareketler o derece büyük bir tesir yapmamış ise de sonraları bu hareketlerin menfi tesirleri görülmüştür. Ab­basî devletinin Endülüste Abdurrahman Eldahilin yaptıklarına ses çıkarmaması onu o koca ülkede istiklâl kurmasına sevk et­miş ve sonraları kendilerine Emîr-el mü'minin unvanı veren valiler âdeta islâm devleti bünyesinden kopmuş birer müsta­kil hükümdar sıfatiyle müslümanlığın zayıf düşmesine sebep olmu şlardır. Endülüste görülen bu hal sonunda o koca kıt'anın müslûmanların elinden çıkmasına sebep olmuştur.

Buraya bir noktay ı sıkıştırmak isteriz: Yahudi dönmeleri­nin teşvik ve gayretiyle, irtihal-i Nebeviden sonra müslüman âleminde fırkalar ve mezhepler peyda olmuştu. Bunun en mü­him parçasının Şia olduğu malumdur. Buda yetmiyormuş gi­bi Şia'da muhtelif parçalara bölünmüştür. Bunların başında bugün bir çok hikâye ve maceralarım öğrendiğimiz ve gördü­ğümüz İsmailiye mezhebi gelir. Şu, Ağa Hanların, Ali Hanla­rın ve bugün Kerim Hanın başında bulunduğu mezhep... Bu hizbe, batıniye,, talimiye ve Seb'iye isimleri dahi verilir. Bunlar kendi halifelerine imam namı verirler ve imamlarının ulûhiyetine inanırlar. Bu mezhep saliklerinin inancına göre İmam ilim ve malûmatı resen Allahtan alır. imamdan sonra «hüccet» ondan sonra «bab» ondan sonra da «mümin» gelir. Yine İsmaililerin inancına göre Allah; imama, imam hüccete, hüccet de bab'a, bab da mümine dini akaidi talim ederler. Bu sebepledir ki bu tarikata «talimiye» ismi de verilmiştir. Bunlarca Kur'anı Kerimin hem zahir, hem de batın manâsı vardır. Asıl olan batınî manâsıdır dedikleri için bunlara «Batıniye dahi denilir. Bunların itikatları baştan başa hurafelerle doludur ve hakikat­te bunlar kıpkızıl dinsizdirler. Bu mezhebin tarihte dillere des­tan olan reisleri, şeytan yaradılışlı meşhur «Hasan Sabbah» Selçuk hükümdarı Alp Arslan zamanında Kazvin taraflarında sarp bir dağ başında inşa edilmiş Elemud kalesinde oturuyor­du. Orada müridlerine ve tab'alarına yaptırdığı şayanı hayret şeyler romanlara mevzu teşkil edecek kadar çoktur ve hayrete şayandır. Alp Arslan. bununla çok uğraşmıştır. Bugün İranda sakin bulunan «İmamiye» mezhebi de «Mehdi» nin varlığına ve Hayatta olduğuna inanırlar «Mehdi» zamanı gelince zuhur ede­cek, bütün dünyayı hak ve adaletle dolduracak, insanlara ha­kiki bir hürriyet ve saadet getirecektir. Böyle akla, mantıka ve hiç bir dini esasa dayanmayan batıl itikatlar muazzam ve muhteşem İslâm varlığında birer gedik, birer zayıflık âmili olmuştur.

* * *

Garbda ve End ülüsteki İstiklâl ve teferrüd hareketlerinin, neticesini müslümanlar ibret ve esefle karşılamışlardır. O ha­reket diğer islâm Valilerinin de ihtiraslarını kabartmış, onları da istiklâl peşine sürüklemiştir. Zamanın Halifeleri bunlara karşı ses çıkaramamışlar, onlar sadece minberlerde ve hutbe­lerde isimlerinin zikredilmesi ve ısdar edilen fermanların ba­şında namlarının bulunması ve haraç denilen vergilerin kendi­lerine ödenmesiyle kanaat etmişlerdir, O zamanın islâm valileri adeta birer küçük devlete benzerlerdi. Bütün bunlar müs­lüman bütünlüğünü zaafa düşüren ve neticede bu muazzam varlığın büyük bir kısmını asırlarca müstemlekeci ve sömürge­cilerin esareti altında kalmalarına sebep olmuştur.

Osmanl ı hükümdarları müslüman dünyasının riyasetini ellerine aldıkları vakit vaziyet çok değişmişti. Türkler islâm bayrağını Avrupanın göbeğine kadar götürmüş ve üç kıtada asırlar boyu livayı tevhit Türk süngüleri sayesinde şan ve şerefle dalgalanmıştır. Yine bazı partizan Arap muharrirleri Türklerin ve Osman oğullarının İslama yaptıkları büyük hareketi inkâra kendilerinde mecal göremiyorsalar da yazmaktan kendilerini alamıyorlar. Bu gibiler unutuyorlar ki Resul Ekrem Efendimizî bir hadîsi şerifte İstanbulu fethederek em'r ile onun askerleri­nin takdir buyurmakla büyük Türk milleti hakkında peşin kararını vermiş milletimizi takdir buyurmuştur.

Yedi ve hatt â on asır; haçlı seferlerinden beri müslümanlığın şan ve şerefini i'lâ etmiş olan büyük Türk ırkının İslama yaptığı muazzam hizmetleri velev zimnen olsun inkâr büyük bir haksızlıktır ve bunun cezasını topyekûn hepimiz çekmiş bulunuyoruz. Buda zaaf sebeplerinin başında gelen âmiller­dendir ve bunda haris ve sömürgeci Garbın ve onun zehirledi­ği zihniyetin büyük hissesi vardır.