Islam Devletinin Inhilali

İsl âm tefekkür hayatındaki zaaf ve duraklama takriben Hicretin beşinci asrında başlamıştır. Bazı din âlimlerinin Kur'andan ve hadislerden hükümler çıkarılması, yani ictihad ka p ılarını kapamaları bir çok müddekkiklerce intihabın mebde noktası telâkki edilmektedir. Bu tarihten sonra yine bazı müctehitler çıkmış ise de tefekkür hayatındaki durgunluk ve onun husule getirdiği çukur gün geçtikçe derinleşmiştir. Bu hal bü­yük islâm hükümranlığının varlığına tesir ederek çözülme ve gevşeme başlamıştır. O derecede ki haçlı ordular bu halden cesaret alarak harekete geçmişler ve müslümanları karşılarında zayif ve kuvvetsiz bulmuşlardır. Resul Ekrem'in Bedir, Uhud, Tebük, Hendek ve sair harblerde kuvvetlere karsı gösterdik­leri, harikulade kudret ve dayanışmanın beşinci yüz yılında zi­yadesiyle zaafa uğradığı müşahede edilmiştir. Haçlılar ve Hı­ristiyan taassup alemiyle iki yüz yıl mücadele edilmiştir. Bidayette zafer Haçlılar tarafında olup onlar islâm memleketlerin­den bir kaçına el koymuşlarsa da müslümanlar memleketlerin; istirdada ve Haçlı orduları yüz geri etmeğe muvaffak olmuşlardır. Bundan sonra islâm hükümranlığının başına Kölemenler geçmiştir. Onların zamanında içtihat kapıları kapanarak evvelki imamlara uyulması lüzumlu görülmüştür. Bu sıralarda Moğol tecâvüzleri de islâm kudretine zararlar vermiştir. Bütün bunlara rağmen islâm devletinin kuvveti sarsılmamış, yine de düşmanlarına karşı heybet azametini muhafaza eden zama­nın en büyük varlığı olarak ayakta durmuştur. Milâdi onbesincî ve Hicri dokuzuncu asırda Osmanlı Türk devleti müslüman âleminin başına geçerek, islâm devletlerinin çoğunun idaresini eline almıştır. Türklerin elinde müslüman bayrağı, yeryüzü­nün üç büyük kıt'asında şevket ve ihtişamla dalgalanmış ve Avrupanın göbeğine kadar dayanmıştır.

T ürklerin maddî ve manevî kuvvetleriyle, imanlarının rasaneti ve din aşkiyle başardığı muvaffakiyetler yanında islâmiyete yaptığı namütenahi hizmetler, bazı dar görüşlü insan­lar tarafından inkâr edilse de hakikatte bizim müslümanlığa ve medeniyete yaptığımız hizmetler saymakla tükenmez. Müs­lüman Türkler Avrupaya ayak basıp fütuhata giriştikleri vakit garb ve anarşi, dalâlet ve istibdat için yüzüyordu, însaf sahibi Avrupalı muharrirlerin samimiyetle itiraf ettikleri gibi garb âlemi; adalet ve medeniyeti canlı, samimi ve halis bir şe kilde T ürklerde görmüştür. Garbın karanlık günlerinde kargı­larına çıkan Türkler askerlik ve adalet ve idare bakımından yeryüzünün en güçlü ve şevketli varlığını teşkil ediyordu, Kâbei Muazzamadan Haremi Şerife kadar bütün müslüman mem­leketlerinde Türk hakanlarının himmetleriyle vücude getiri­len eserlere bugüne kadar başka müslüman memleketleri, elle­rine büyük imkânlar geçtiği halde henüz daha bir çok yenileri­ni ilâve etmiş değillerdir.

Fatih Sultan Mehmet Han' ın ve ondan sonrakilerin idaresi altında on sekizinci asrın ortalarına kadar Osmanlı Türk dev­leti olanca ihtişam ve parlaklığiyle tarih sahifelerinde müslümanlığın yüzünü ağartmış, göğsünü kabartmış bir halde ayak­ta ve hâkim bir vaziyette kalmıştır. Türk milletine bu heyeca­nı, bu azmi, bu cesareti veren ve onu bütün islâm âleminin baş tacı yapan unsurun müslümanlık olduğunu kimse inkâr edeme­miştir. Osmanlı devletinin prensip, program ve idaresinde ve bilhassa adliyesinde islâmiyetin başlıca müessir âmil olduğu muhakkaktır. Türklerin asırlar boyu ayakta ve müstakil ola­rak yaşamasında müessir olan faktörler düşmanlarımız tarafın­dan anlaşılınca ve Türk milleti dünyanın üç kıt'asında yani Asya, Avrupa ve Afrikanın en zengin ve mutena yerlerinde yaşamağa bağlayınca garbın, basta İngiltere olmak üzere bu­lun mutaassıp sömürgecilerinin ihtirasları kabardı. Bu sebeple gerek islâm tarihine, gerek Türk tarihine ve hatta hatta ilhan­lara kadar uzanan uzun bir tarih süresi içinde; Arab yarımada­sında îslâmiyetin intişara başladığı günlerde görüldüğü veçhi­le, israil oğullarınnı bozguncu ve hain parmakları fesat saçmağa ve aleyhimize çalışmağa başladı. İslâmiyetin ebedî ve ezeli düşmanı olan İsrailliler, dimdik ayakta duran ve bütün dünya müslüman milletleri için bir kuvvet ve ilhanı kaynağı olan, sözünü bütün dünyaya geçiren Türklerin bu ihtişam ve satvetini elbette çekemezlerdi. Çekemedikleri için var kuvvet­leriyle aleyhimize çalıştılar. Memleketlerimizde görünmez teş­kilâtlar ve yer altı faaliyetleri kurdular. Rüşvet ve suiistimal, hile ve kalpazanlığı hayat piyasasına sürdüler ve bizi içimiz den çökertmek, tek kuvvetli ve müstakil islâm devleti olan Türkleri yıkmak için hiç bir fırsat ve imkânı diriğ etmediler.

Bu mevzuda kendi g ünahlarımızı ve hatalarımızı saymakta faydalı ve lüzumludur. Dünyanın her köşesinde, asırlar boyu bütün milletler tarafından itilip kakılan, daima hakaret ve zulüm altında ezilen, daimi sürgünler ve işkenceler altında bu­nalan yahudiler; maruz kaldıkları bu kötü muamelenin sebep ve saiklarını aramadan, işin iç yüzüne nüfuz etmeden topyekûn getirip bu temiz İslâm diyarına, bu asil ve civanmert, asalet ve şefkat eseri ise, hiç de isabetli, doğru ve siyasi bir hareket değildir. Cezasını ve acısını Türk milleti çekmiştir. Onlar, bü­yük Türk Hakanı Fatih Sultan Mehmedi zehirleyip öldürmek­le ayağımıza öyle bir çelme atmışlardır ki asırlar boyu bu çel­menin sersemliği üzerimizden gitmemiştir. Bunu, tarihimiz içinde bir duraklamanın ve hattâ gerilemenin başlangıcı addetsek fazla mübalâğa yapmış olmayız. Ondan sonra çeşitli ah­lâksızlıklar örneği ve suiistimaller aynı kaynaklardan fışkıra­rak bizi cidden zaafa düşürmüştür.

İçinde yaşadığımız asırda, yani bizim nesillerimizin bizzat yaşadığı şu son senelerde; bugün maalesef hakikat ve müslüman milletler için bir yüz karası teşkil eden Filistini ellerine geçirmek için milletimizi topyekûn imhaya kadar giden teşebbüsleri semeresini vermiş, memleket ve büyük imparatorluğu­muz bir asırdan fazla bir zaman sûrîş ve keşmekeş içinde çalkalanmıştır. Asırlar boyu Türk süngüsünün muhafazası altın­da ve islâm adaleti sayesinde bütün din sahipleri için hür ve mes'ut olan ilk islâm kâbesi Filistin ve Kudüs'ü elde edebilmek için, yer yüzünde yaşayan bütün israil oğullan var kuvvetle­rini seferber etmişler, sonunda Türkleri adeta diğer bütün is­lâm milletinden tecrit eden bir ustalıkla hayali hükümetlerini hakikat kılmışlardır. Bunu yapmak için şu son asırda memle­ketimizde ne kadar nahoş hadise ve vak'alar çıkmış ise bun­ların cümlesinde bilâkaydı şart israil oğlunun hain elini ve müfsit teşebbüsünü bulmak ve bilmek lâzımdır.

* * *

M üslüman Türk devletinin zaafa uğramasından bazı Arab muharrirleri şu sebepleri buluyorlar:

«Türkler içtihat yollarını kapamışlar ve kitap ve sünnete ayak uydurmamışlar ve kürrei arzın diğer parçalarını alabil­diğine islâm mülküne katmak mümkün iken bunu yapmamış­lar ve böylece dünyayı islâm medeniyetinin solmaz renkleriyle boyayarak âdem oğullarını içinde bulundukları fenalıklar ve bozuk nizamlardan kurtarmamışlardır. Arablara bazı ilmi va­zifeler ve payeler vermekten başka Arab dilini ihmal etmişler­dir. Halbuki Arabcaya fazla ehemmiyet verilip onu adeta dev­letin resmî dili yapmak lâzım iken bunu yapmamışlar ve ne fikriyat ve ne de fiiliyat cihetinden islâm kanunlarına hiç kıy­met vermemişler, eğri, büğrü yollarda yürümüşler ve bunun neticesi olarak on ikinci Hicret asrının ikinci yarısından itiba­ren dahili bir zaafiyete düşmüşlerdir. İslâm nizamlarının ba­kiyeleri, serpintileri, bazen gark, bazen garbe mütemayil fikir­ler ve zikzaklarla yürümüşler, Türklerde içtihat ve içtihat er­babı ve ilim adamları olmaması yüzünden hükümranlıkları sö­nük olarak devam etmiş ve böylece on dokuzuncu Milâdi asır­da Türklerin tarih terazisinin kefeleri bir aşağı bir yukarı oynamıştır. Bu muvazenede islâm âlemine müteveccih terazi ke­fesi hafiflemeğe ve garbe müteveccih kefede gittikçe ağır bas­makta idi. Böylece, Avrupalılar da hasıl olan uyanıklık ve rönessansa mukabil Türk mefkuresinde sönüklük ve islâm nizamlarının kötü tatbiki menfi neticeler vermeğe başlamıştır.

On dokuzuncu as ırda garb filozoflariyle muharrir ve mü­tefekkirlerinin sarfettikleri büyük gayretler neticesinde mil­letlerde mühim terakkiler kaydedilmiş, yeni görüşler ve siyasi hareketlerle adlî nizamlarda ve içtimaî hayatta büyük tebed­düller vukua gelmiştir. Bu değişikliğin en mühim noktası key­fi hükümdarlık yavaş yavaş ortadan kalkarak, millî iradeye dayanan yeni hükümetler kurulmuştur. Son yüz yıl içinde garblıların sanayie ehemmiyet vermeleri ve bir çok keşifler ve icatların meydana çıkması Avrupanın kuvvetlenmesine ve kalkınmasına büyük yardımlar etmiştir. Bu hareketlerin mad­di ve manevi kalkınmada büyük yapıcı tesirleri olmuştur.

Bu maddi ilerileme ve fikriyat ile ilim yolundaki terakki, Avrupal ıların rnüslümanlara karşı büyük bir üstünlük kazan­malarına sebep olmuştur. Artık şark meselesinin şekli değişmiş ve Avrupalıların müslümanlardan pervaları kalmamıştır. Sark meselesi Osmanlı Türk devletinin mevcudiyetinde bazen lehde, bazen aleyhde neticeler doğurmuş ve garblılar arasında rekabetler doğurmuştur. Şark meselesini yaratan âmillerin başında, Avrupalıların san'at, ticâret ve fikriyat sahasında te­rakkileri, Osmanlı Türklerinin zayıflasmasına ve inhitatına se­bep olmuş, bütün bu hadiselerin cümlesi müslümanlıkla hıristiyanlık alemindeki muvazenenin aleyhimize dönmesiyle neti­celenmiştir.

Avrupan ın halindeki bu siyasî ve içtimaî tebeddül ve înkılâblarla hayat nizamlarındaki değişiklikler ve belli ideolojilere sım sıkı sarılmak ve büyük sanayi hamleleri meydana getirmek onların yükselişine büyük hizmetler etmiştir. Bu sıralarda is­lâm âlemine riyaset etmekte olan Osmanlı devletinde ise gidi­şat bunun aksine tecelli etmiş ve Türkler bu farkı idrak edip kendi özelliklerine ve kanunlarına kıymet vererek aradaki me­safeyi kapatacakları yerde garbın bu ilerileyişine hayranlık ve şaşkınlık içinde bakmış ve geri kalmıştır. Bunun iç yüzü şudur ki: Osmanlı devleti bir müslüman devleti olduğu gibi hü­kümranlığı altına giren milletler de müslümandırlar. O mil­letler islâm inanç ve kanunlarına bağlıdırlar. Bu milletlerin içtimaî hayat tarzları da kendi akide ve ananelerine göredir, Osmanlı Türkleri bu nizama riayet etmedikleri için kendi kuv­vetini kendisi zaafa uğratmıştır. Onların imanı, düşünce ve id­rakin mahsulü değil taklit bir inanç idi. Bu sebeple Osmanlı devletinin kuruluşu sağlam temellere istinat etmiyordu. Bu hal onların kalkınmalarına da mani teşkil ediyordu, içtihat yokluğu, tatbik edilen hükümlerin hayattaki neticesi olan me­deniyet bu yüzden tebellür etmediği gibi devletin calışmasiyle de bir ahenk teşkil etmiyordu. Osmanlılar; bu i'tilâ yollarında Avrupada gördükleri fikir ve san'at inkilâblan karşısında şa­şırmış ve hangi yolu takip edeceklerini seçememişlerdir. Ayrı­ca müslümanlığın mubah kıldığı bilgiler, san'atlar ve icatlarla men etti ği mefhumların yekûnu bulunan medeniyet farklarını birbirinden ayırt edemediklerinden yerlerinde donup kalmış­lardır, îşte onların bu tevekkuf devri esnasındadır ki Avrupa devletleri arabalarını yürütmüşler, onları geride bırakmışlar­dır. Bunların bütün sebebi, müslümanlığı lâyikiyle anlamamalarından başka bir şey değildir.»

* * *

Buraya kadar ald ığımız kısım, bir Arab müellifinin kale­minden aynen çıkmıştır. Ulu orta savrulan bu saçma fikirlerin yanlış ve garazkârane görünüş, müslümanlığı param parça et­mek için durmadan çalışan yahudilerin ne kadar çok işine ya­radığı izahtan varestedir. Sari bir hastalık, bir veba virüsü gibi müslüman milletler arasında intişar eden bu zehirli mikrobun hangi tesirlerin, hangi ilhamların mahsulü olduğu tetkike de­ğer.

İsrail oğullan müslümanlığı parçalara bölüp, mezhepler icat ederek onu kuvvetten düşürüp, mecalsiz hale sokmak için ellerinden geleni fazlasiyle yapmışlardır, muvaffak da olmuş­lardır. Bugün bu yoldaki mel'un mesai inkıtaa uğramış değil­dir, devam etmektedir. Şu son asırlarda müslümanlık da yeni yeni mezhepler türemiş ve herbiri bizden bir parça koparmış­tır. Her yeni din müessesesinin, islâmın parçalanması ve hattâ yok olmasını isteyen iki büyük düşman tarafından desteklen­diğini kat'iyetle bilmek lâzımdır. Bunlar müslümanlığın bir kül bir vahdet teşkil etmesini kendileri için tehlike saymakta ve müslümanlığın mecalsiz, kudretsiz, itibarsız bir hale düşme­sini kendi istikballeri için lüzumlu addetmektedirler. Bunlar, hepimizin bildiği gibi İngiltere ve İsraildir. 1957 senesinde İstanbula gelen İngilterenin çok muhterem şahsiyetlerinden, dün­ya çapında bir iktisatçı, milliyetçi ve fikir adamı olan Normand Tomshon, İstanbuldan ayrılırken Yeşilköy hava meydanında bana şu şayanı dikkat sözleri söylemişti:

«Sîz îngiltereden çok şikâyet ettiniz. Halbuki hakikatte ingiltere diye bir devlet yoktur. Eğer merkezi Londrada bulu­nan hükümeti kasdediyorsanız o, ingiltere değil, büyük israil devletidir. Filistinde cebren ve kahre n kurulan İsrail ise onun küçük kızıdır. Bir zamanlar İngilterenin siyasetinde ve mu­kadderatında büyük rol oynamış olan Dizrâeli, başvekilliği sı­rasında Ingiltereye israil devleti isminin konulmasını teklif edecek kadar ileri gitmiş ise de bu teklif milletçe nefretle red­dedilmiştir.»

Bu kadar samimi ve dost ifade kar şısında kendiliğimden bir şey ilâvesine lüzum görmedim. Yine bütün dünyaca mes­turdur ki eski ingiliz başvekillerinden Gladiston, parlâmento kürsülerinden, Kur'am Kerimi kasdederek:

Bu Mel' un kitap yeryüzünde durdukça insanlığa huzur ve saadet yoktur, demişti...

Yery üzünün bütün namuslu ilim adamları dinimizi ve ki­tabımızı överken bir garazkârın bu derece hezeyanına fazla kıymet vermemek lâzımgelirse de, bu adamın dünya çapında bir siyaset adamı, bir hükümet reisi olması ise ehemmiyet ver­memizi gerekli kılar.

Bin âenaleyh, müslümanlık; haçlı ordular dahil; karşısında bu gibi düşmanlarla asırlarca mücadele etmiş ve bu mücade­lede Büyük Türk Milleti daima islâmın şeref ve haysiyetini korumuş ve kurtarmıştır. Aşağıda ilmî ve tarihî vesikalarını göreceğimiz bu hadiseleri nakletmeden evvel, günümüzden misal alıp bunu bütün müslüman milletlerin gözlerinin önüne sermek, nazar dikkatlerini çekmek vazifemizdir. Biz, bu haki­katin başta Türkler olmak üzere bütün müslüman milletlerce bilinmesini arzu ederiz, söyle ki; Teodor Herzl adında Viyanalı bir yahudi, basit bir muharrir; Filistinde bulunan Sahyun dağına izafeten siyonizm idealini ortaya atıp mukaddes top­rakları kendilerine vadolunmuş, yani adanmış topraklar efsa­nesini ortaya attığı vakit, dünya milletlerini iliklerine kadar sürdürüp patlayacak hale gelen İsrail oğullan yeni bir heyeca­nın raşeleriyle sarsıldılar. Bir devlete sahip olmak ve bu dev­letin hudutlarını Tevrat'tan mülhem ve Türk Boğazları dahil, Nüden Fırata kadar uzatmak onlar için en mukaddes bir mef­kure olmuştu. Şu kadar var ki bundan kırk yıl öncesine kadar o tapraklar, Türk milletinin himayesinde ve bayrağımızın göl gesi alt ında idi. Bu mukaddes yerleri bizden koparmak için dünya yahudiliğinhı şu altmış yıl içinde yapmadığı kötülük, çevirmediği entrika ve dolab, baş vurmadığı fesat ve ihanet kalmamıştı. Evvelâ, paralarına güvensinler, zamanın hüküm­darı îkinci Sultan Abdülhamid Handan oralarda bir imtiyaz bir muhtariyet koparmak için milyonlarca altın teklif ettiler. Bu paralar suratlarına savrulmuş bir tükürük gibi yüzlerine çalındı ve Osman oğlu, en gür sesile:

� Ecdadımın kanı bahasına alınmış vatan topraklarından bir karışını, dünya hazinelerine değişmem!.

Diye hayk ırdı! Haham basısını da, Teodor Herzl'ide huzu­rundan koğdu. Türk tarihinin en mühim yaprağı açılmıştı. Dünya siyasetinde müessir, dünya servetine sahip ve yeryü­zünde işleyen bütün gizli, bozguncu, beynelmilel teşkilâta ha­kim, yer altı faaliyetlerine malik yahudi elindeki bütün vası­taları seferber etti. Onun korkunç propagandası kürrei arzın her köşesinde aleyhimize, zahirde Sultan Abdülhamid'in, haki­katte Türk milletinin aleyhine çalıştı ve sözün kısası, muvaf­fak oldu. Birinci Dünya Harbinde, Filistini erkek arslanlar gibi mertçe, kahramanca müdafaa eden ve koca ingiliz ordusunu Gazze önlerinde bir kaç defa bozguna uzratıp yüzgeri ettiren asil, civanmert, fedakâr, cesur ve alicenap Türk ordusunu, yahudilerin topyekûn casusluk ve baltalama hareketleri mağlû­biyete sürükledi ve eninde, sonunda 1948 senesi Mayıs ayında bir avuç yahudi Türksüz doksan milyon Arabın elinden orala­rını aldı. devletini kurdu.

İşte bundan sonradır ki yahudi, oralarda ebed müddet ola­rak kalmak, genişlemek, entrikasiyle, parasiyle, propagandasiyle, cihanşümul teşkilâtiyle, müdhiş sanayi gayretiyle Orta Doğunun; Nilden Fırata kadar değil Akdenizden, Hazer denizine kadar hakim olmak sevdasına düştü. Kör olası gözler Medinei Münevvereye, Haybere kadar yeniden dikildi. Asırlık ih­tiraslar hortladı ve artık, hiç bir şeyden pervası olmayanlara mahsus bir küstahlık bu yeni emeller, bu yeni gayeler gaze­te, kitap ve broşürlerle kâinata ilân edildi. Dün, hayali dediği­miz şeyler bugün hakikat oldu. Bu gibilerin hakikat olması i çin bütün müslüman milletlerin, hattâ bütün Asyalı ve Afri­kalı milletlerin yekvücut olarak bu mel'un ve sinsi istilâya set çekmesi kat'iyetle lâzımdır.

Şimdi yaraya dokunmuyoruz: Yahudiler bunu bizden daha iyi düşünmüşlerdir. Orta Doğunun bağrına bir hançer gibi sap­lanan, patlak gözlerini, obur ve haris oğullan birinci safta kar­şılarında iki müslüman millet görüyor. Bunun biri Türkler, ötekisi Arablardır. Bu iki milletin arasını açmak, vaktiyle sünnilik, Şiilîk diye nasıl müslümanları ikiye bölmüslerse de bu­gün dar bir milliyetçilik ve hotkâmlık tohumları ekerek bu iki ırkı birbirine düşman etmek, birleşmelerine bîr kuvvet ve vah­det teşkil etmelerine mani olmak bugünün dünya yahudiliğinin başlıca gayesi ve faaliyetleri cümlesüıdedir.

Bu sebeple her hangi bir Arab muharririnin yukar ıya sa­dece bir örnek diye aldığımız yazısı ile bazı Türk ve müslüman ismi taşıyan, haddi zatında ne Türk, ne de müslüman olan sa­yıları son derece mahdut insanların saçtıkları fesat tohumunu aynı gaye ve aynı maksada hizmet eder ve sadece yahudinin işine yarar. Bu hareketlerin arkasında yabancı parmaklar, gizli eller ve keseler dolusu altınlar vardır. Bu fesadın Önüne geç­mek için istisnasız bütün müslüman milletlerin uyanık, tedbirli ve bilgili olmaları lâzımdır.

* * *

Şimdi biz, müslüman bir Türk olarak, asırlarca islâmın bayrağını iklimden iklime götürmüş ve onun büyük şerefini yükseltmiş bir milletin ferdi olarak yukarıda okuduğumuz indî ve maksatlı yazılara karşılık vereceğiz. Her şeyden evvel, Bü­tün dünya milletlerinin Türkler hakkında gayet iyi ve halis niyetler beslediğini, canlı misallerle tebellür ettirmek isterim:

1911 senesi A ğustos ve Ramazan ayı idi. Henüz Harbiyeden diploma almamış, hiç bir resmi sıfat ve şahsiyeti olmayan bir Türk genci sıfatiyle Tunus, Cezayir ve Merakeşte bir seyahat yaptım. Bu kısa seyahatim esnasında Fas Meliki Mevlây-ı Hafız'dan çarşı, pazardaki küçük esnafa kadar, sadece Türk oldu­ğum için bana gösterilen hürmet ve itibar, mazhar olduğum misafirperverli ğin asil tezahürleri karşısında duyduğum heye­can bugün, bu dakika, aradan elli küsur yıl geçmesine rağmen halâ taptaze ruhumun silinmez köşelerinde canlı olarak yaşa­maktadır.

Aradan on y ıl geçti. İstiklâl savaşları olanca şiddetiyle de­vam ediyor. Zonguldağı bir Fransız kuvveti işgal etmiş, onun da kendisine göre gayesi var. Gaziantep, Maraş ve Adanadan söktürüp ileri geçemeyen Fransızlar için Ankaraya giden en kısa yol Zonguldak... Hele Boluda ve Düzcede çıkan isyanlar ve ihtilâller bir muvaffak olursa ve onlar da Zonguldak cephe­sini bir yararlarsa netice ne olabilir?

Zonguldak cephesindeki T ürklerin kumandası benim elim­de. Diğer bütün Türk birlikleri gibi silâh, cephane ve mühim­mat cihetinden öyle büyük bîr yoksulluk içindeyiz ki... Bunu asil ırkımın tükenmez fedakârlığı ve göğsümüzdeki imanla te­lâfi ediyoruz. Allahın nusrat ve yardımını Türklerden esirgemiyeceğine öylesine inanıyoruz ki...

Arap ça bir beyanname yazıp, karşımızdaki Fransız kıt'alarında bulunan Müslüman askerlere gönderdim. Gayet çabuk tesiri görüldü ve Türklerin İslâmın alemdarı bir millet oldu­ğuna inanmış bir çok Tunuslu ve Cezayirli din kardeşlerimiz, istikbâl ve yuvalarını çiğneyerek saflarımıza iltica ve bizimle aynı siperlerde muharebe ettiler. Antep ve Maraş cephelerin­de de böyle oldu.

* **

Aziz Pakistanın b üyük lideri, islâm ilim dünyasının en hâkim ve müstesna şahsiyeti, seksenbeş milyon din kardeşimi­zin manevî reisi Mevlâna Abul A'lal Mevdudî, geçen sene bu âcize yazdığı bir mektupta:

«Asırlarca islâmın bayrağım şanla şerefle kahraman elle­rinde tutmuş olan büyük Türk milletini selâmlamak üzere ilk fırsattp. size misafir olacağım.>

B ütün bu bariz hakikatlere ve tarihin âdil şehadetine baş kaldırıp, Orta Doğunun ve İslâm dünyasının iki büyük rüknü olan Türk ve Arab milletlerini birbirinden soğutmağa, hattâ d üşman yapmağa matuf bütün teşebbüsler, yazılar, gayretler ve propagandalar sadece yahudilerin menfaatine hizmet eder ve onu zulümle, hıyanetle, siyasetle ve garbın haris ve men­faat sever liderlerinin yardımiyle yerleştirdiği mukaddes top­raklarda temelleştirir ki, bu; küfrün en büyük derecesidir.

* * *

Şimdi nazarlarımızı tarih sahifelerine çevirerek hakikat­lere bir göz gezdirelim. Derinlere gitmeden evvel, en selâhiyetli ve âlim tarihçimiz muhterem ismail Hami Danişmend'in «Türklük ve Müslümanlık» ismini taşıyan 219 sahifelik eserinin başında: Tavzih başlığını taşıyan yazısını aynen ve olduğu gibi aşağıya alıyorum:

«islâm âleminin umumî tarihini göz önüne getirecek olur­sak, Meşrik'tan Mağrıb'a kadar hemen bütün Müslüman mil­letlerinin kılınç altında ihtida etmiş olduklarını görürüz; hattâ Arab kavmi bile işte böyle ihtida etmiştir. Yalnız Türk ırkı muhteşem bir istisna teşkil etmektedir. Emeviler devrindeki Orta - Asya fütuhatından Müslüman - Arab ordularını hezimet­lere uğratan bu muazzamlık acaba neden dolayı nihayet mağ­lubun dinini kabul ederek kitleler halinde toptan ihtida etmiş­tir? Bu mesele fevkalâde bir ehemmiyeti haiz olduğu halde, her nedense şimdiye kadar esaslı bir surette tetkik edilmemiş­tir.

Kuram Kerim'in baz ı mucizevî âyetlerinde Arab kavminin yerine Arab olmayan başka bir kavmin geçeceği tebliğ olun­muş ve Milâdın onbirinci asırda bu ilâhî tebşir tahakkuk ede­rek Abbasî hilâfeti islâm âlemi üzerindeki cismanî saltanatını Türk ırkına resmen ve hattâ merasimle devretmiştir, işte o zamandanberi tam dokuz asır Islâmın başında ve dünyanın üç kıt'asında bu kudretli ırkın tevhit akidesi uğruna durma­dan kan döküp can vermesi de ancak ilk ihtida sebeplerine bağlanmak suretiyle izah edilebilecek bir vaziyettir.

* * *

Bu sat ırlara tarafımızdan ilâve edilecek bir şey yoktur. Şimdi asıl, can alacak noktaya, izah edilemediği, teşhisi kon madi ği, üzerinde ciddiyetle ve ehemmiyetle durulmadığı için gün geçtikçe işleyen, derinleştikçe derinleşen, müzminleşmiş bir yaraya dokunuyorum. Bu mevzua temas; Türkleri anlayıp dinlemeden, bütün açık hakikatlere birer kıymet vermeden çala kalem Müslüman Türkü itham edenlere meşru ve haklı bir cevap teşkil edecektir...

En yeni ve i çinde yaşadığımız hâdiseden, islâm tarihinin en karanlık, en hicâb âver hâdisesinden başlayalım, sonra daha gerilere gideriz. Türklerin elinde asırlar boyu hür ve mes'ut yaşamış olan «Filistin», haçlı ve muhteris garbın yardımiyle yahudi istilâsına uğrayınca bu, bütün Müslümanları alâkadar eden büyük mesele sadece bir Arab meselesi şekline sokuldu, Bu işin bütün dünya Müslümanlarını alâkadar ettiğinden ba­his bile edilmedi. Buna rağmen, bu kitabın âciz muharriri her türlü imkânsızlık ve âkibetleri göze alarak, bütün varlığımı sarfederek cihad meydanın fedai bir Türk müfrezesi göndermek suretiyle, bu hodgâmlık perdesini yırttım [1] . Bu misalden son­ra mezzuun en önemli, can noktasına temas ediyorum. Bu da: Müslümanlığın bizlere iman kardeşliğini emretmiş olmasına ve hiç bir tefrik ve imtiyaz gözetmeksizin yüzlerini bir kıble­ye dönen, birtek Allaha kulluk eden, büyük Peygamberimizi tanıyan insanların habl-i ilâhiye sımsıkı sarılıp tefrika yarat­mamaları emir edildiği halde buna asırlardanberi riayet edil­memiş, İslâmın iki mühim rüknü olan Türk ve Arap milletleri, uzun yüzyıllar bir arada yaşamalarına, sıhriyet peyda etmelerine rağmen nedense birbirlerine, bîr türlü ısınamamışlardır. Bu soğukluk Sünnî ve Şiî Müslümanları birbirine can düşma­nı yapan yahudiler tarafından daima körüklenmiş ve bugün bu bozguncu gayret son haddine ulaşmıştır. Her iki ırkın içine so kulmu ş olan bazı insanlar, sefil menfaatler uğruna bu manevî uçurumu derinleştirmeğe var kuvvetiyle çalışmaktadırlar. Bu meselede biz günahın ağır çeken tarafını, bugün müthiş ve dar bir Arab milliyetçiliği güden ve Müslümanlığı ikinci plâna alan insanlarda görürüz. Bu mevzuda yine ismail Hami Danişmend beyin eserinin 99 uncu ve onu takibeden sahifelerinden şu yazılan iktibas ediyoruz:

«Buraya kadar gözden geçirdiğimiz vesikalarla ilmî sehadetlerden anlaşılmıştır ki, Türk ırkı Islâmîyette kendi tabiî di­niyle manevî benliğini bulduğu için ihtida etmiş ve ihtidasın­dan itibaren de Islâmın başında artık yorulmuş olduğu sabit olan Arab kavminin yerine geçerek bir aralık sönmeğe yüz tu­tan Sünniliği, Şiîliğin istilâsından kurtardıktan başka, Ehl-i Sa­lip akınlarına karşı da müdafaa ve muhafaza etmiş ve hattâ bunlarla da iktifa etmiyerek islâmiyet için en büyük tehlike menbaı olan Şarkî Roma imparatorluğunu ortadan kaldırdık­tan sonra Avrupanın ortasına kadar ilerleyip bir çok hıristiyan devletlerini eyaletleri haline getirmiş, şark Ortodoksluğunu asırlarca sindirmiş ve katolîk garbın bütün hamlelerini yine asırlarca hiçe indirerek Islâmiyeti hem muhafaza etmiş, hem genişletmiştir, islâm tarihine eğer bu Türk hârikası karışmasa idi, acaba bugün yeryüzünde Müslümanlıktan eser kalabi­lir miydi?

Fakat, b ütün bunlara rağmen Arab menabiinde ve bilhas­sa tefsir ilminde Türkler insanlık düşmanı bir canavar; sü­rüsü şeklinde tasvir edilmişler, akıl ve izana sığmayacak ifti­ralara uğramışlar ve ezcümle yamyamlıkla itham edilmişler­dir! Bunun sebebi, bundan evvel bazı safhalarını gözden ge­çirdiğimiz Orta Asya Arab - Türk mücadelelerinden kalan acı hatıralarla Islâmın başında Arabın yerini Türkün almış olma­sıdır, işte bu irsî ve tarihî husumet, bir taraftan siyasî ve as­kerî sahalarda da din birliğine yakışmıyacak feci tezahürler göstermiş ve bir taraftan da fikir sahasında tefsir ilmine gir­mesi Kur'ana karşı hürmetsizlik teşkil edecek en müthiş ifti­ralara ilmî bir mahiyet verilmesiyle neticelenmiştir.

Arab ların, siyasî ve askerî sahalardaki Türk düşmanlıkları­nın elim tezahürleri, Islâmiyeti ve Haçlı ordularını imha et­mek istedikleri Haremeyni müdafaa eden Müslüman Türk or­dularına karşı Haçlı ordulariyle her fırsatta el birliği etmiş ol­malarında gösterilebilir. Ehl-i Salib tarihinin şimdi en mühim Fransız mütehassısı olan Rene Grousset, Bilan de l'Hİstoire» ismindeki eserinin 194 üncü Paris tab'ının 214 üncü sahifesin­de bu tarihî facianın en müthiş cephesini işte şöyle hülâsa et­mektedir:

«İslâm camiası içinde Müslüman Suriyeye hakim olan Selçukileri, Mısır'a hâkim olan Fatımilerden ayıran hususların hepsini izah etmiş­tik: Irk kini, din kini. Ötekiler «Sünnî» Müslüman ve Türkler; «Şiî» Müslüman ve Araplardır. Haçlılar Suriyeye gelince Türklere karşı Mısırlılarla ittifak etmekte tereddüt etmediler. Ehl-i Salip Antakyada Türklere taarruz ettiği sırada, Mısır ordusu da yine aynı Türklerden Kudüs şehrini zabtediyordu. Nihayet. Türkler mağlûp edilip An­takya zabtedilince, Haçlılar kemâli şetaretle Mısırlıların üzerlerine yürüdüler ve Beyt-i Mukaddesi ellerinden aldılar. «15 Temmuz 1099....

Fat ımilerin bu feci ihanetlerini meşhur Arab müverrihi İbn-ül-Esîr bile « Tarîh-ül-Kâmil» isimli eserinin 1303 Mısır tab'ının onuncu cildinin 94 üncü sahifesinde işte şöyle itiraf et­miştir::

«Rivayete nazaran Mısırın alevilerden olan idare adamları Selçukî devletinin kuvvet ve kudretiyle Gazzeye kadar Suriye havalisini istilâ ederek Mısırla aralarında engel olacak başka bîrdevlet kalmadığını ve bir müddet evvel Adsız'ın Mısıra gi­rip Kahireyi muhasara etmiş olduğunu göz Önüne getirince kor­kuya kapıldılar ve Frenklere (Ehl-i Salibe) elçiler göndererek onları Suriyeye saldırıp orasını zabt etmeğe ve kendileriyle Müslümanların arasına girmeğe davet ettiler.»

Üçüncü Ehl-i Salib'in teşkilinde ön ayak olmakla maaruf on ikinci asır Haçlı müverrihlerinden Sûr Piskoposu «Guil-laume de Tyr» in «Histoire de Rebus gestis in Partibus transmarinişt isimindeki lâtince tarihin on üçüncü asır Fransızca tercümesinin 1879 Paris tab'ının birinci cildinin 153 üncü sahi­fesinde Mısır halifesinin bu şeni ihaneti şöyle anlatılır:

«Halife bizim rüesamızın Antakyayı muhasara etmiş ol­malarından da çok seviniyordu; kendileriyle bu hususta görüş­mek üzere dostluk elçileri gönderdi; bunlar büyük hediyeler getirip kabulünü rica ettiler; Halifenin kendilerine geniş nisbette asker, hayvan ve erzak yardımlarında bulunmağa amade olduğunu söylediler ve muhasarayı idame ettirmelerini çok rica ettiler.»

İşte bu suretle Arabların Türklere karşı besledikleri millî ve ırkî kin ve garaz, nihayet İslâmiyeti imha için ortaya atılan Ehl-i Salibin büyük muvaffakiyetlerini temin ederek Antakya Haçlı prensliğiyle Kudüs krallığının ve netice itibariyle Suriye ile Filistin'deki Lâtin hâkimiyetinin teşekkülünde başlıca âmil olmuştur.

Fat ımilerin bu ateşin kini, Şiîliğin Sünniliğe karşı beslediği bir mezhep düşmanlığı değil, Arablığın Türklüğe karşı maat­teessüf güttüğü ırkî bir garazdır; bu hakikat eski Arab müel­liflerinin bile gözlerinden kaçmamıştır; meselâ on sekizinci asır Fransız müverrihlerinden Profesör «Mailly» «Lesprit des Croisades» ismindeki eserinin 1780 Paris tab'ının dördüncü cildinin 116 ncı sahifesinde dokuzuncu Fatımî Halifesi «El-Müsta'lî-Billah Ebu-l-Kaasım Ahmed» in Türklere karşı Ehl-i Salib ile ittifak akdine neden lüzum görmüş olduğunu Milâdın 1097 vukuatından bahsederken işte şöyle anlatır:

«Fatımiler kendi hâkimiyet sahalarında ve bilhassa Suriyede Türklerin ne kadar ilerlemiş olduklarını görerek nihayet bu âkibeti durdurmağa karar verdiler. Musta'lî o tarihten bir sene evvel Efdal'ın kumandasında büyük kuvvetler gönderip Haçlılar Türklerle harb ettiği sırada onların da o Türk fütuhatçılanna saldırmalarını emretti.»

Bu s önmez kin yalnız Şiî ve Fatımî Arablara münhasır değildir; çünkü Fatımî hanedanının Şiîliğine mukabil Mısır halkının büyük bir ekseriyeti Sünnîdir. Zaten Antakya bir iha­net yüzünden sukut edip Ehl-i Salibin eline geçtikten sonra, Haçlı ordusu Milâdın 1099 tarihinde Kudüs'e doğru ilerlediği sırada Suriyedeki Sünnî Arab imaretletinin hepsi onlarla birleş mis ve hatt â Ehl-i Salib ordusunun her türlü levazım, nakliye ve iaşe ihtiyaçlarını bile muntazaman temin etmişlerdir. İşte bundan dolayı Haçlılar için yegâne düşman arazisi Türk ülke­sinden ibaret olduğu halde, Sünnî ve Şiî Arab memleketleri on­ların kendi vatanları gibidir. Rene Grousset'in «Histoire des Croisades» ismindeki kıymetli eserinin birinci cildinin 1934 Paris tab'ının 125 inci sahifesinde bu çok mühim nokta şöyle tesbit edilmektedir:

«Onların, yâni Arabların Ehl-i Salibe karsı vaziyetleri umumiyetle Türklerinkinden çok farklı idi. Haçlılar Türk top­raklarında her harble karşılaşmışlardır. Arab memleketlerinde ise daha bidayetten itibaren anlaşma ve hiç olmazsa uzlaşma teklifleriyle karşılaştılar ve nihayet mahallî bir siyaset takibi­ne muvaffak oldular.»

On birinci asrın sonlar ına tesadüf eden ilk Haçlı seferine bizzat iştirak etmiş müellifin «Gesta Fiancorum et aliorum Hicrosolimilanoium» ismindeki eseri, bütün siyasî ve askerî vu­kuatı kendi gözleriyle görmüş bir şahide ait olmak itibariyle, ilk Ehl-i Salib tarihinin en mühim menbalarından sayılır; Lâ­tince metniyle Fransızca tercümesi «Louis Brehier» tarafından «Histoire anonyrne de la premiere Groisade» ismiyle 1924 tari­hinde Pariste neşredilen bu mühim eserin 181 inci ve 183 üncü sahifelerinde Suriyedeki Arab Emirlerinden ikisinin Ehl-i Sa­lib ordusuna atlarla altınlar hediye ettikten başka bunlardan birinin Haçlılarla ittifak bile akdetmiş olduğundan bahsedildikten sonra, 183-185 inci sahifelerinde Müslüman Arabların kendi teşebbüs ve talepleriyle İslâmiyete nasıl ihanet etmiş ol­duklarını işte şöyle anlatılır :

«Homs şehrinden gelen elçileri kabul ettik Oranın Emiri, Haçlı ordusunun başındaki konta atlarla altınlar gönderdi ve kendisiyle bir muahede aktederek hıristiyanları incitmemek, bilâkis onlara sevgi ve saygı göstermek taahhütlerinde bulundu. Trablusşam Emiri de konta bir name gönderip bir itilâf akdi ve eğer isterse dostluk tesisi teklifinde bulundu; kendisine on at Ve dört esterle altınlar gönderdi, fakat kont ancak Hıristiyan olmayı kabul ettiği takdirde onunla sulh aktedeceğinî bildir­di.»

Trablus Emiri İbni-Ammâr bu irtidât teklifini hiddet ve­ya nefretle reddetmiş zannedilmemelidir. Esas İtibariyle kabul etmiş, fakat bir şarta bağlamıştır; ilk Ehl-i Salibin gene aynı Haçlı müverrihi, aynı tarihinin 191 inci sahifesinde Salib ordu­sunun 13 Mayıs 1099 tarihinde Trablusşama vasıl olduğundan bahsederken bu noktayı şöyle anlatır :

«Trablus Emiri nihayet Ehl-i Salib rüesasiyle bir ihtilâf na­me akdetti ve orada esir olarak bulunan Üç yüzü mütecaviz hristîyan hacısını kendilerine teslim ediverdi; on beş bin altınla en gir an bahâlarından on beş Arab atı verdi; ayrıca bize atlar, eşekler ve her türlü zahireler vererek iaşemizi bol bol temin etmek suretiyle Mesihin bütün ordusunu takviye etmiş oldu. Haçlı rüesasiyle itilâfında Halifenin kendilerine karşı hazırlamakta olduğu harbi kazanıp Kudüsü aldıkları takdirde kendisi de Hıristiyan olup emaretini onların tabiyeti altına koymayı ta­ahhüt etti. işte böyle oldu ve böyle bir muahede aktedîldi.»

Rene Grousset'nin yukar ıda bahsi geçen Ehl-i Salib tarihi­nin birinci cildinin 135 inci, 126 ncı ve 131 inci sahifelerinde 'Türk düşmanlığından dolayı Islâmiyete ihanet edip Haçlılarla birleşen bu irili ufaklı Arab Emirlerinin en mühimleri Şeyzer Emiri izzüddin Ebu-l-Asâkir, Humus Emiri Cenâh-üd-Devle ve Trablusşam Emiri Ebu-Ali Fahr-ül-Mülk ibni Ammâr gös­terilir ve hattâ 141 inci sahifedeki izahata göre Ehl-i Salib or­dusunun Lübnan dağlarından Kudüs istikametine iste bu îbn-i Ammâr'ın verdiği kılavuzlar geçirmiş ve bu hareketten evvel bazı Müslüman Araplar tanassur bile etmişlerdir! Eğer bütün bu Arab emaretleri Islâmiyeti Türk düşmanlığına feda edecek kadar millî ve tarihî kin ve garazlarına kapılmış olmasalardı, Islâmın mevcudiyetini ve netice itibariyle Haremeyni müdafaa eden Türk ordularının mukaddes cihadını cephe cephe müşkülleştirmek gibi tarihî bir vebal altında ebediyen ezilip kalmazlardı. Haçlı istilâsına karşı onlara düşen vazife, Türk ırkının sarsılmaz imanından dolayı yüklendiği büyük külfet kadar a ğır değildi. Paul Rousset'nin 1957 de «Payot» neşriyatı içinde çıkan «Histoire des Groisaded» ismindeki eserinin 101 inci sa­hifesinde Arab Emirlerinin Türk düşmanlığından dolayı yap­madıkları ve hattâ aksini yaptıkları bu tarihî vazife çok doğru olarak şöyle tesbit edilmektedir:

«Haçlıların yolunu kesebilecek veyahut, biç olmazsa, arka­larından taarruz edebilecek bir çok Emirler müzakereye giriş­meyi tercih ettiler.»

Bu m üthiş kin ve gayzın fecî tezahürleri yalnız Arab-Ehl-i Salib ittifaklarına münhasır kalmamış, Haçlıların Antak­ya önlerindeki meşhur yamyamlıkları Arablan sevindirmiştir! Açlıktan muztarip olan Haçlıların Türk şehitlerini mezarların­dan çıkarıp kebap gibi yedikleri, tarihin daima haşyet ve lanet­le anacağı bir vahşet hatırasıdır. Bir gün bin beş yüz şehit ce­sedi bîrden çıkarılmış ve bunlardan üç yüzünün mübarek başla­rı kesilerek Mısırdaki «Halifei îslâm»ın Ehl-i Salib ordugâhına Türklere karşı ittifak akdine gelen murahhaslarına göndermiş­tir. Meşhur Ehl-i Salib müverrihi Guilleaume de Tyr, bundan evvel bahsi geçen eserinin birinci cildinin 165 inci sahifesinde Arab elçilerinin bu manzara karşısındaki halini şöyle anlatır:

« Li massage au calife d'Egypte ne s'estoient mie encore Partie d'ilee; quant il virent ce, lie turent de la mort â leur anemis...»

Yani: «Mısır Halifesinin henüz elcileri oradan hareket et­memişlerdi; bu manzarayı görünce düşmanlarının yâni Türk­lerin ölmüş olmasından dolayı çok sevindiler.»

Yukar ıda bahsi geçen anonim ilk Ehl-i Salib müverrihi de ayni eserinin 97 inci sahifesinde Arab elçilerinin atlarına bile Türk şehitlerinin başlan yüklendiğini şöyle anlatır:

«Bütün cenazeler bir çukura atıldı ve kesik başlar ise sayı­lıp miktarı bilinmek üzere ordugâha getirildi, yalnız Mısır Ha­lifesinin sefirlerine ait dört ata yüklenen başlar sahile gönde­rildi»

İşte bütün bunlarla sabittir ki Sünnî ve Şiî Arablar arasın­da müşterek olan millî ve tarihî Türk düşmanlığı, Ehl-i Salih'in Müslüman Türke karşı gösterdiği dinî kin ve garazdan maatte­essüf hiç de aşağı değildir. Zaten Sünnî Arablar içinde Ehl-i Salib ordularına ücretli asker yazılanlar bile vardır ve hattâ bunlar mühim yekûnlar teşkil etmişlerdir; meselâ ikinci Ehl-i Salib devrine tesadüf eden 1147 tarihinde Müslüman Türkler kadar ortodoks Bizanslılara da düşmanlığıyla meşhur Sicilya Kralı îkinci Roger'in Akdenize hâkim olan Norman donanmasındaki askerin yarısı Müslüman Arablardandı: Fransa enstitü­sü âzasından Profesör Louis Brehier'nin -Vie et mort de Byzance» ismindeki eserinin 1947 Paris tab'ının 330 uncu sahifesinde bu askerin başında Christodoulos isminde mürted bir Arab kumandanı bulunduğundan ve Sicilya Kralının hizmetin­deki İslâm askerlerinin de Sicilya Arab cemaatine mensup olduklarından bahsedilmektedir. Milâdın 1148 tarihinde Türk hanedanlarından Burîlerin payitahtı olan Şam şehrini muhasa­ra altına alan Ehl-i Salib ordusuna kumanda ettikten sonra mağlûb olup giden Fransa Kralı yedinci Louis'yî işte ku Norman Arab donanması taşımıştır.. Daha sonraki devirlerde de Arabların Haçlılarla muhtelif ittifakları vardır.

M üslüman Arab milleti, hıristiyandan fazla kin beslediği Müslüman Türk ırkına karşı o müessif tarihî husumetini her gittiği nerde neşretmiş ve bilhassa ilk İslâm fütuhatından iti­baren Arablaşmış olan samî milletlere milli diliyle beraber mil­lî kinini de aşılamıştır; Türk Düşmanı Victor Berard bile Revue de Paris'in l Haziran 1906 nüshasında çıkan "Türe et Arabes. ismindeki tetkiknamesinde bu acı hakikati şöyle tesbit etmek­tedir: S. 655.

«Hulefây-i Râşidîn devrinden beri İslâm ordularının şehir­lerini işgal edip yerli samî unsurlarını hâkimiyetleri allında topladıkları Suriye ve Elcezire eyaletlerinde de Türke karşı duyulan kin ve istihfaf aynı derecede şiddetlidir.»

Arablar ın ilim sahasında gösterdikleri Türk düşmanlığı da siyasî ve askerî sahalarda görülenlerden maatteessüf aşağı de ğildir.

Tarihin muhtelif devirlerinde T ürk İstilâsına uğramış ve yahut Türklere mağlûb olmuş milletlerin an'anelerine bakılır­sa, bunların duydukları eski Türk düşmanlığının izleri kabilin­den bir çok efsanelere tesadüf edilir: Eski Çin, Iran, Yahudi, Süryâni, Ermeni, Bizans, Lâtin ve Arab menbaları bu bakım­dan tetkik ve mukayese edilecek olsa, binlerce rivayetlere müs­tenit bir çok ciltler vücude getirilebilir. Eski milletlerin asır­larca yüreklerini titreten «Türk korkusu» onların muhayyile­lerini yüzlerce yıl Türk ırkının aleyhine işletmiş ve işte bu hayal faaliyeti o milletlerin an'anelerinden başka tarihlerinde, folklorunda ve bilhassa din menbalarmda Türk tipine adetâ bir umacı şekli veren korkunç tasvirler bile hasıl olmasına se­bep olmuştur.

Bu akla gelmez efsanelerin icad ında en mühim rolleri oy­nayanlar muhtelif devirlerde memleketlerin din adamlarıdır. Yani o mutaassıp dinciler, bir taraftan da ırkçılık ve milliyetçi­lik taassubu göstermişlerdir! Bunlann en şaşılacak örnekleri eski Arab müfessirleriyle sarihleri içinde gösterilebilir. Kur'anı tefsir yahut hadîsi şerh eden Arab âlimleri din sahasında mil­let duygularına kapılmak zaafından bir türlü ictinab edeme­mişler ve hemen her münasebetle Türk ırkının aleyhine okka­larla mürekkep sarfetmekten ve hattâ böyle yapabilmek için vesile ve münasebet aramaktan bile zevk almışlardır. Bu vazi­yetin asıl acı tarafı, Türk ırkının aleyhine uydurulan bu garazkârane efsanelerin Arab medresesinden Türk medresesine geç­miş ve Osmanlı softaları tarafından asırlarca dinî birer hakikat şeklinde tekrar edilip durmuş ve hattâ Arabdan fazla «Asabi­yeti Arabiye» gösteren şuursuz yobazlar yetişmiş olmasıdır! Eski Istanbulun ilmine sınıfı içinde Türk olmayan unsurlara mensup zümrenin mühimce bir yekûn teşkil etmesi, bu vaziye­tin takarrür ve devamında her halde ihmal edilemiyecek bir âmil sayılabilir.

Bu ac ı vaziyet hakkında vazıh bir fikir verebilmek için her şeyden evvel o yahudi ve Arab efsaneleriyle iftiralarının en mühimlerinden biri olan «Ye'cûc ve Me'cûc. meselesinden bahsetmek mecburiyetindeyiz.

İsl âm dinine bir çok dinlerin hurafeleri girmiştir; fakat en fazla giren Isrâiliyat'tır [2] İslâmiyetin zuhurundan itibaren ihtida eden yahudilerle [3] hıristiyanlar, Kitabı Mukaddesle Kur'anın müştereken bahsedilmekte oldukları neseb ve tarih meselelerinde İslâm tefsirine derin bir tesir icra etmişler ve Müslüman müfessirlerine bir çok îsrâiliyatı bazan pek aşırı mübalâğalarla tekrar ettirmişlerdir.. Bu vaziyeti kolaylaştıran şöyle bir hadis de rivayet edilir:

«Beni İsrailden bahsetmenizde beis yoktur.»

İslâm âlimleri işte bu hadis'e ittiba' etmekle çok zararlı bir ifrata kapılmışlardır. Halbuki bu hadis, teşvik değil, tecviz ma­hiyetindedir. Her halde bu ifrata bilhassa Hicretin ilk asrında ihtida eden yahudiler sebep olmuşlardır; meselâ bunların içinde eshabdan Abdullah ibni Sellâm gibi mühim şahsiyetler görül­mektedir: Evvelce Medine hahamlarından olan bu zat, Kur'an tefsirine Tevrat tefsirini nakledenlerin en m ühimlerin dendir. Kâtib-üd-Dînûrî lâkabiyle meşhur İmam Ebu-Muhammed Ab­dullah ibni Müslim ibni Kuteybe'nin Kitab-ül-Maarif'ine göre Hicretin 32 tarihinde vefat eden Tabiinden Kâ'b-ül-Ahbâr 'da Yemenin sabık yahudilerindendir. Hazreti Ebubekir devrinde ihtida edip Hazreti Ömer zamanında Medineye gelen bu zat da Isrâiliyatı îslâmiyete nakledenlerin en mühimlerîndendir. Bu gibi şahsiyetler içinde yine tabiînden Ebu-Abdullah Vehb ibni Münebbih-il Yemânî kardeşi Hammâm ibni Münebbih-il Yemânî de en mühim İsrâiliyat nâkillerindendir. Kâtib-üd-Dî-nûrî'nin Kitâb-ül-Masrif'ine göre bilhassa «Vehb» semavi ki­taplardan yetmiş ikisini okumakla iftihar ederdi. Hicretin ikinci asrında vefat eden bu iki kardeş, gene aynı menbaa göre, Yemene İrandan gelmiş olmak itibariyle Türkler hakkında hem Acem, hem yahudi hurafelerine mükemmel surette vâkıftı. Gene İslâmiyetin ilk zamanlarında ihtida eden yahudi âlimleri içinde «Sa'ye»nin Sa'lebe, Esid ve Zeyd isimlerin deki üç oğluy­la Yemenden gelen îbni Yâmin ve bir de Mukayrîk vardı.

İste bütün bu yahudi muhtedileri İsrâiliyat efsanelerini İslâm ilmine olduğu gibi nakletmişlerdi. Bunlardan başka bir çok hıristiyan ve Zerdüştî dönmeleri de vardı: Meselâ sabık piskoposlardan Dağatır , Abdül-Kays kabilesinden Cârûd ismi ile maaruf Ebu-Gıyâs-Beşer ve Hazreti Ömer devrinde ilk de­fa olarak Medine mescidinde vaaz eden Yemenli Temîm Dârî ile Necrân rahipleri bulunurlardı; meşhur Sahabî Selman Fâ­risî de aslen İranlı olduğu halde, evvelâ Suriye ve Musul'a gi­dip hıristiyan dinine girmiş ve nihayet Medinede Müslüman olmuştu. Tabiî bütün bu ruhaniler İslâm dinine Zerdüşti ve Ortodoks an'aneleriyle beraber giriyorlardı. Fakat yukarıda da söylediğimiz gibi, en mühim tesir, yahudi menbalarından gelen tesirdi: Çünkü ilk mühtediler içinde yahudilerin sayısı mühim bir yekûn tutmaktan başka, hıristiyan dönmeleri ile kendi din­lerinin yahudilerden aldığı Isrâiliyatı beraber getirmiş oluyor­lardı.

Her halde bu zevatın eski dinlerindeki hurafeleri İslâmiyete fenalık etmek için nakletmiş olmadıkları muhakkaktır. Bun lar ın maksatları, yeni dinlerine eski bilgileriyle hizmet et­mekti; fakat netice olarak İslâm âlimleri yahudi, hıristiyan ve Zerdüştî hurafeleriyle dolmuş oldu ve eski müfessirleriyle şarihları da Türklere karşı olan milli duygularını dinî bahane­lerle istedikleri gibi ifade hususunda iste bunlardan istifade imkânını buldu.

İsrail peygamberlerine izafe edilen «Ahd-i atik» ile «incil» ve teferruatından mürekkep olan «Ahd-i Cedîd» in teşkil etti­ği kitabı mukaddesin baş tarafındaki «Pentateuque» yâni «Esfâr-ı Hamse» yahudi ve hıristiyan itikadınca Hazreti Musa'nın Tevrat'ı sayılır: Yahudilerin «Torat Moşe» dedikleri bu beş ki­tabın birincisinde, yâni Genese = «Tekvin-ül-Mahlûkat» ki­tabında Nuh'un oğullariyle torunlarına ait esatiri bir takını ecdat isimlerine müstenit bir tasnifi vardır: Beni İsrailin ensâb ilmine ait telâkkilerini gösteren bu tasnif, o kitabın onuncu tab'ının birinci fıkrasından başlayıp otuz ikinci fıkrasına kadar Türk ırkiyle alâkadar sayılanlar Tiras-Thiras yahut Tires, Tocerrne yahut Togorma ve Tharsis-Terşiş şekilleridir. Fakat ya­hudi müfessirlerince esas ittihaz edilen, bilhassa Tocerce, Togorma yahut Togarma seklidir. Hattâ bu telâkkiden dolayı yahudiler hâlâ Türk mânasına Togarma ismini de kullanmakta­dırlar. Fakat bunlardan başka bir isim daha var ki o da bazı müfessirlerce Türklerin ilk atasına ait sayılır; bu isim de «Mogog» yâni «Me'cûc» ismidir. Bu kelime «Ye'cûc» ismiyle bera­ber Kur'anda da zikredilir. Bütün bu isimler Ahd-i atîkin tekvin kitabından başka bir defa Tevârih-i evvelde ve iki de­fa da «Hazkıyâl» kitabında geçer.

«Tekvîn»e göre Togarma Yâfes'in oğullarından «Comer» yahut Gocer'ni oğludur, Arabların me'cûc dedikleri Mogog da Gomer'in kardeşidir: Yahudi ve hıristiyan müfessirleri Türk ırkının ilk atasını tayin ederken işte bu iki kardeş üzerinde ihtilâfa düşmüşlerdir.

G omer taraftan olanlar bu muhayyel şahsın oğlu olan Togorma'nın ismiyle Türk kelimesi arasındaki fonetik yakınlığa istinat etmişler ve «Mogog» yahut Me'cûcu tercih edenler de bu mevhum şahsiyetin nesline ait «Kitab-ı Mukaddes fıkrala riyle T ürk tarihinin muhtelif inkişafları arasında bir takım münasebetler görmüşlerdir.

............................................

Osmanl ı medresesinden yetişen iki Türk müellifi Arabca Türkçe kamuslarda Arab âlimlerinin bu hurafelerini olduğu gibi kaydetmekle iktifa edip Arabların bu hayalî vasıfları Türk ırkına mal etmekteki millî ve tarihî gayretkeşliklerine karşı hiç bir isyan sesi çıkarmamışlar, yalnız o ciheti meskût geçmekle iktifa etmişlerdir.

Her halde su muhakkakt ır ki, Türk ırkı islâm âleminin başına geçip bütün şarkı ve Müslüman şart milletlerini bütün garbı ve hıristiyan garb milletlerine karşı asırlar boyunca cep­he cephe müdafaa ederken, yerlerinde yurtlarında sakin ve ra­hat yasayan Arab âlimleri kendi dindaşları ve dîn birliği na­mına müdafileri olan Türkler aleyhine din düşmanları olan cemaatlerin bütün hurafelerini toplayıp bin türlü ilâveler ve mübalâğalarla i'zam ettikten sonra, tekmil o yüz kızartıcı he­zeyanları bir haya dini olan Islâmın ilâhî kitabına izafe ederek asırlarca neşir ve tamim etmekten maatteessüf sıkılmamışlardır! Türklere karsı Ehl-i Salib ordulariyle elbirliği eden Arablarla Türk ırkını Hazreti Adem'in bir ihtilâm esnasında yere düşmüş nutfesinden doğan bir canavar sürüsü ve bir «Ye'câc ve Me'cûc» güruhu seklinde tasvir ve teşhire kalkışan Müs­lüman - Arab uleması arasında Islama ihanet bakımından ne fark vardır?

* * *

Bir fas ıl evvel, henüz yeni basılmış Arabca «İslâm devleti» bitabından aldığımız parçalar ve yukarıya ilmî delilleri ve kaynaklariyle kaydettiğimiz bir kısım yazılarla, asırlardanberi durmayıp kanayan bir yarayı deşmiş olduk. Bu yaranın ufunetini ve acısını şu dakikada ciğerime çökmüş buluyorum. Or­ta Doğuya bir hançer gibi sokulmuş, Arabların bizzat kendi aralarında ve sonra onlarla Türkler arasında, Allanın arzu bu­yurduğu şekilde bir vahdet, bir birlik, bîr kardeşlik, bir tesa­nüt olmamasından istifade ederek kurulan israil devletinin v arl ığı gözlerimin önünde heyula gibi canlandı. Nazarlarını Medinei Münevvereye ve bütün yakın şarka dikmiş olan ve sonsuz ihtiras ve hayalleri istikbal ve hayatiyetimizin ka'rına ulaştıran Beni israil'in, orta doğunun iki büyük unsuru olan Türk ve Arab milletlerinin aralarındaki bu sui tefehhümlerin yahudilerin ne kadar çok işine yaradığım idrak etmiyecek bir aklı selim tasavvur edemiyorum.

Biz, b ütün bu; düşmanlar tarafından körüklenen, beslenen ve gün geçtikçe şiddetini arttıran anlaşmazlıkları ka'r-ı tarihe gömmek ve Islâmı topyekûn imha etmek için şu altmış senedir nihaî taarruza geçmiş ve şu dakikaya kadar epi muvaffakiyet elde etmiş olan israil oğullarına karşı tek cephe teşkil, tek vücut ve ruh halinde karşılarına dikilmeyi ne kadar isterdik. Bu uğurda bu âciz müellif kardeşiniz maddî ve manevî bütün varlığım harcamış, istikbalini tehlikeye sokmuş, müteaddit defalar zindanlara girmiş, ağızları leş kokan, salyalı bedmâyelerin hedef ta'rîzi olmuş ve bunlara karşılık Allah aşkının ve Müslümanlığın verdiği kuvvet ve ilhamla elli beş eserle vazife­sini yapmış bir insanım. Allahtan başka yardımcım olmamış ve kimseden başka bir muavenet de talep etmiş değilim. Fakat Müslüman düşmanlarının sarfettikleri akıllar durduracak mu­azzam gayret ve paralar yanında tek elin sesi elbette ki kâfi gelmemiştir.

Arab m üellifi, Türklerin islâm nizamlarına kafiyen ria­yet etmediklerini, içtihat kapılarını kapadıklarını ve dinî hiç bir eser neşretmediklerini iddia ediyor. Bu iddia hakikatle ta­ban tabana zıddır. Türkler dinî eserlere o kadar büyük kıymet vermişlerdir ki bugün kütüphanelerimizde el yazması ve mat­bu' milyonları aşan eser mevcuttur. O derecede ki din adamlarımız dinî eserler okumak ve yazmak için var kuvvetleriyle Arabca öğrenmeğe vakf-ı vücut etmişler ve hattâ Türkçeyi ihmal bile etmişlerdir.

Şu noktaya ehemmiyetle bir mim koymalıyız: Türklerin dinî eserlere hiç ehemmiyet vermedikleri iddiası doğrudan doğruya bir yahudi propagandasının klişeleşmiş şeklidir. Kim se bunun fark ında olmamış, pek çokları kendilerini bu propagandanın tesirine kaptırmıştır. O kadar ki: Filistinde yahudilere devlet kurma müsaadesi vermemiş ve bunun için otuz üç yıl mücahede etmiş olan Sultan ikinci Abdülhamid Han, tahtından düşürülmek için: Kütüb-ü şer'iyeyi hark ve ihrak etmekle suçlandırılmıştır. Din adamlarımızdan üç bedbaht da bu fetvanın altına «Allah günahlarını affetsin» kaydiyle imza­larını atmışlardır. Allahın bu günahı affetmiyeceği muhakkak­tır.

Halbuki Sultan İkinci Abdülhamid Han, Kur'anı Kerimi ve Buhâri-i Şerifi altın yaldızlı ciltler ve fevkalâde kâğıtlarla bas­tırıp bu hususta kesesinden milyonlarca lira sarfedip bütün Müslüman memleketlerine, emirlerine, ekâbirine, ulemasına ve kütüphanelerine hediye etmiş azmi kadar imanı da büyük bir Türk hakanıdır. Bazı Arab din kardeşlerimizin, göze batan bu hakikatleri görmemezlikten gelip, aramıza yahudiler tarafın­dan sokulmuş olan bozguncu ve ayırıcı fikirler üzerinde ısrar etmeleri acınacak bir haldir. Ve Allah nezdinde büyük mes'uliyeti mevcuttur.

Biz, ci ğergâhımıza saplanmış olan hançeri çıkarmak için maziyi unutup müthiş bir el biliği ile tek bir kalb halinde As­ya ve Afrika Müslümanlarını kardeş görmek için çalışıyoruz. Bu mesaiye kimler ve ne şekilde olursa olsun başka bir mahi­yet ve istikamet verirse ancak ve ancak dinimizin ve mukad­desatımızın düşmanlarına hizmet etmiş olurlar, islâmiyete değil!

* * *

________________________

[1] Bug ün İstanbul'da Yıldızda «İba» apartmanları 10/2 de ika­met etmekte olan Müslümanlığın asil ve necib ve o nisbette kadirşi­nas ve mümtaz şahsiyetlerinden Irak'ın eski Ankara büyük elcisi Dok­tor İbrahim Akif Alus beyefendi hazretleri, bu âcizin cepheye gönder­diği askerleri görerek çok mütehassis olmuş ve bu hislerini her fır­satta izhar etmişlerdir. Gönül, bütün Müslümanların müşarünileyh gi­bi halis ve kadirşinas olmasını o kadar istiyor ki...

[2] Bi zim İslâmiyeti lâyıkiyle anlayamamakliğimiz ve ondaki na­mütenahi azamet ve hikmetler deryasından bî haber olmaklığımız, düşmanlarımızın o kadar işine yaramıştır ki Yahudi Abraham İ. Katsh adındaki bir mel'ûn New-York Üniversitesi matbaasında 1954 tarihîn­de 265 sayfalık bir heziyename bastırmıştır. «İslâmiyette Yahudilik» ismini taşıyan bu kitabı Beyoğlu kütüphanelerinden 30 lira 25 kuruşa satın aldım, burada yüzlerce nüsha satıldı ve Müslüman düşmanlariyle dönmeler bu kitabı kapıştılar,265 büyük sahife içinde Arapça harflerle Tabarî, Beydavî ve Zamahseri'den parçalar yazılıp asılları­nın ibrani ve Yahudi olduğu İbranice ve İngilizce olarak izah edilmiş­tir. İlmin, Yahudi şarlatanlığı ve garezkârlıgı potasında eritilerek ne mel'ûn kalıplara döküldüğü bu kitapta nefret ve ibretle görülmekte­dir. «İslâm ve Benî İsrail» serimiz buna bir cevap teşkil ederse de din ve ilim adamlarımızın bu mevzuu ele almaları ne kadar büyük bir vazifedir.

[3] Beynelmilel bir darb ımesel vardır: Yahudi vaftiz kabul etmez. Yâni onun ne Hıristiyan olması ve ne Müslüman olması bir mâna ifa­de etmez- Bunun en canh misalfnî biz Türkler gördük..