Misyonerlik Faaliyeti

İslâm hükümranlığına cephe alan ve onu zayıf düşürmek ve hattâ yok etmek için çalışan teşkilâtın başında misyonerlik gelir. Garblılar, Müslüman dünyasını ilim neşriyatı perdesi al­tında, yani misyonerlik yoliyle manevî istilâları altına atlmak için asırlardan beri çalışmaktadırlar. Denebilir ki misyonerlik, garb emperyalizmi ve müstemlekeciliğinin ileri karakolları, ön­cüleri olmuştur.

Misyoner cemiyetleri uzun senelerden beri hemen hemen b ütün Müslüman memleketlerine yayılmış olup bunların ekse­riyetini ingilizler, Fransızlar ve Amerikalılar teşkil eder. On­ların nüfuzları ve İslâm memleketlerine hululleri bu misyoner­ler sayesinde kolaylaşıyordu. Avrupalı misyonerlerin Türkler ve Arablar arasında suitefehhümleri ve anlaşmazlıkları körük­ledikleri muhakkaktır. Daha acısı, bugün devlet arşivlerinde bulunan yeni vesikalara nazaran vaktiyle bazı büyük denilen zevatın hükümeti zaafa uğratmak, devlet nizamlarını altüst etmek için. Arabları Türkler aleyhine teşvik eden teşebbüsleri ve mektupları hayret ve dehşetle görülmüştür. Bu gibi haris insanların misyonerlerden ilham almış olmaları uzak ihtimal­lerden değildir. Garblı misyonerler, sadece mensup oldukları dini neşretmek ve onun propagandasını yapmakla iktifa etme­mişler, islâm dünyasının başı ve reisi olan Türkiyede yaşayan Müslüman akalîyetlere de ırk ve millet fikri aşılamışlardır. Asırlar boyunca Osmanlı - Türk bayrağı altında yaşamış ve islâm adaletinin en asil örneğini Türkiyede görmüş, hayatları refah ve saadet içinde geçmiş, devletin en büyük makamlarına geçmiş Türk ırkının asil, fıtrî ve âlicenap müsamahası sayesin­de zengin olmuş olan bütün diğer Müslümanlarda, yeni bir mil­liyetçilik cereyanı başlamış ve bu cereyan görünür, görünmez teşekküller ve misyonerler tarafından körüklenmiştir. Yahudi­ler, bu fitnede ele başı vazifesini görmüşlerdir. Bunun tabiî ve meşru bir neticesi olarak unsur-u aslî olan Türklerde de milli­yetçilik ve Türklük cereyanı başlamış ve böylece yalnız Türk� Osmanlı hükümetini değil, bütün dünya Müslümanlığını zayıf düşürecek tefrikalar yaratılmıştır.

Bilhassa T ürk - Arab milletleri arasına sokulan soğukluk ve düşmanlık hisleri o kadar büyüktür ki: Harem-i Şerifde, Ravza-i Mutahharada kendilerine bir melce'-ü penâh bulacağı­nı zanneden Türk kumandanları ve askerleri merhametsizce hançerlenerek şehid edilmişlerdir. Bunda İngilizlerin rolleri ve günahları gayet büyüktür. Kendilerini hanedan-ı Resuldan sayan Şerif Hüseyinler, Faysallar, Nuri Saitler onların evlâd ve ahfad ı, ilâhî adaletin en parlak bir tecellisi olarak mahv-ü ifna edilmişlerdir.

T ürk askeri vatan ve din aşkından başka hiç bir hisle mü­tehassis değildir. Onun kudretli süngüsü altında beş yüz yıl mes'ut yaşayan Filistin, elimizden çıktıktan sonra kaç yıl Müs­lüman bayrağı altında kaldi, ruz-u cezada Allah bunun hesabını soracaktır. Şu var ki, Türkün ahi, ruz-u kıyamete de kalmıyor..

M üslüman memleketlerinde beliren dar milliyetçilik cere­yanı Müslüman milletler arasındaki din kardeşliği ve tesanüt hissini baltaladığından bu da düşmanlarımızın menfaatine yahissini baltaladığından bu da düşmanlarımızın menfaatine ya­ramıştır.

Garblıların faaliyet sahalar ına sürdükleri misyoner cemi­yetleri bir yandan yukarıda zikri gecen faaliyetlerde bulunur­ken diğer yandan da, Müslüman memleketlerinde yaşayan hıristiyan tab'ayı da bir koz olarak ellerine almışlar ve onları da tahrik vasıtası yaparak aleyhimize kullanmışlardır.

As ırlar boyu İslâmın başında bulunan ve Haçlılara tek ba­şına göğüs geren talihsiz Türkler, Müslümanlığın emrettiği bü­tün adalet ve müsamahayı bol bol bahşettikleri halde bir yan­dan kendi dindaşları, bir yandan da diğer dinlerin her türlü siyasî entrikalara âlet olan teşekkülleriyle mücadele etmişler­dir. Bu; yalnız bizim değil, bütün Müslümanlığın zayıf ve me­calsiz kalmasına sebep olmuştur. Biz müslümanların bu haller adetçe, sayıca, zenginlikçe bizden üstün olan sömür­geci garblıların ziyade işine yaramış ve düne kadar yüz mil­yonlarca müslüman obur ve haris Avrupalılar tarafından ilik­lerine kadar sömürülmüstür. Bir zamanlar, Fransayı Şarlgen'in tecavüzünden kurtarmış, Avrupada sulhun ve nizamın hamisi olan Türkleri, kimseye yardım etmek şöyle dursun, kendilerini sürüklendikleri sukut sathı mailinde duramayacak hale getir­miştir. Şartlar değişmiş olmakla beraber garb yine aynı garb ve İsrail aynı İsrâîldir. Üstelik içimize, koynumuza, bağrımıza sokulmuştur. Dört tarafa zehirini saçmakta, akıllar durdura­cak gayretler sarfetmekte, müthiş çalışmakta ve hiç saklamamalıyız dehşetli kuvvetlenmektedir. Bu kadar da değil, bugün Orta Do ğu milletlerini bir kardeşlik ve birlik etrafında topla­yacak her teşebbüs onun tarafından baltalanmakta, oluk gibi para harcamaktadırlar. Bazı gafiller de, menbaı ve menşeini bilmedikleri propagandaların tesirine kapılarak onlara yardım­cı olmaktadır.

T ürkler ele geçirdikleri memleketleri idare ederlerken ga­yet müslümanca hareket etmişler ve bu sayede asırlar boyu payidar olmuşlardı. Türk devlet adamları, tab'aları olan in­sanlara şefkat ve merhametle, adaletle muamele etmekle şöh­ret bulmuşlardır. Müslüman olmayan tab'anın zayıflarını hoş tutmak, fakirlerine yardım etmek, açlarını doyurmak, çıplak­larını giydirmek ve onlarla konuşurken yumuşak ve tatlı bu­lunmak, komşulara karşı nazik ve âlicenab davranmak, tab'a­nın bütün işlerini kolaylıkla görmek, hülâsa nıüslüman ahlâkı ve müslüman usulleriyle hareket etmek milletimizin ve onun devlet adamlarının şiarı idi. Bu sayede de hıristiyan tab'a ida­remizden memnun ve sayemizde mes'ut olmuşlardı. Her neden­se, bu asil muameleye fazlasiyle nail olan yahudileri milleti­miz hiç bir zaman memnun ve minnettar görmemiştir. İslâmın sebeb-i za'fı ve felâketi olan İsrail oğlu siyasî, dinî, içtimaî ve iktisadî her yönden bizi uçuruma sürüklemeyi kendisine vazi­fe edinmiş ve bu bozguncu faaliyetinden bir an bile hâli kal­mamıştır. Müslümanların ve bilhassa Türklerin kendi tab'alarına karşı bu derece âlicenab ve âdil davranmaları hulûl-ü muslihane ile memleketimize sokulan misyonerlerin, sömürge­ci ve emperyalist garb öncülerinin işini zorlaştırmıştı. Müslü­man olmayan milletlerin, fetheyledikleri memleket halkına reva gördükleri zulüm ve hakaret ve istibdat o derece şiddetli ve merhametsizce idi ki, müslüman idare ve kanunlarının üs­tünlüğü bütün misyoner faaliyetini verimsiz bırakmakta idi.

* * *

On alt ıncı asrın sonlarında Malta Adasında misyonerlik için bir merkez kuruldu. Orasını tekmil müslüman dünyasına saldırmak için üs yaptılar. Orada 1625 tarihinde faaliyete geçerek bazı mektepler açmak ve dinî eserler yaymakla işe başla d ılar. Bu hareket müslüman halklar tarafından nefretle kar­şılandı. Fakat misyonerleri yıldırmadı, azimlerini kırmadı. 1773 de hıristiyanlar misyonerlik faaliyetini bir müddet için dur­durmağa mecbur oldular. 1820 tarihine kadar Maltadan başka bir mahalde misyonerlik faaliyeti görülmedi. 1820 tarihinde Beyrutta ilk misyonerlik merkezi kurulmuş fakat pek çok zor­luklarla karşılaşmışlardır. Onlar bu müşkülâttan asla fütur ge­tirmeyerek dinî neşriyat ve din propagandasiyle işe başlamış­lardır 1834 tarihinde bu maksat için Lübnan'ın Antura köyün­de bir kollej açılmış ve Amerikalı misyonerler bu merkezden etrafa neşriyat ve tebligat yapmağa başlamışlardır. Meşhur Amerikalı misyoner ili Şmit bu merkezde apaçık çalışıyordu. Vaktiyle Maltada bu vazifeyi fahri olarak yapıyordu. Mezkûr köyde bir de matbaa kurulmuştur. Daha sonra Beyruta döne­rek orada kızlar için de bir kollej açmıştır. Fakat bu faaliyet bir sene içinde misyonerlerin cesaretlerini kırmış Maltaya geri dönmelerini icap ettirmiştir. Bununla beraber tekrar Beyruta dönerek Beyrutta hususî ve Şamda umumî olarak çalışmağa başlamışlardır. Misyonerler, aynı hedef ve gayeye müteveccih çalışmalarında birbirlerine şayanı hayret yardımlarda bulun­muşlar ve elbirliğiyle çalışmışlardır. Bütün bu faaliyetler müslümanlar arasındaki dinî vahdeti bozmak, itikatlarını za­yıflatmak, onlara aşağılık duygusu aşılamak ve aralarında ay­rılık yaratmak gayesini takip ediyordu. Bu maksat için ellerin­de üç koz vardı: Müslümanlar, hıristiyanlar ve dürziler... Bu üç din arasındaki ayrılık ateşini körüklemek ve oralarda ya­sayan bu üç unsuru birbirine düşman etmek... işte misyoner­lerin, İslâmın kalbgâhı olan bir memlekette yaptıkları faaliyet...

Garip ve gayet ac ıdır ki bugün bu türlü mektepler, hıristiyanların ve dönmelerin açtıkları muazzam tedris müessesele­ri ve şayanı hayret dinî neşriyat alabildiğine, serbest ve hattâ mağrur ve mütehakkim yoluna devam etmektedir. Asılları ibranice bir sürü batıllar, hurafeler ve ilk çağ efsâneleriyle dolu kitaplar, sudan ucuz bir fiyatla ortalığı istilâ etmiş iken kimse bunlara İrticaî mahiyet vermiyor, kimse bu yaraya parmak basmak cesaretini g östermiyor.

G ünün münevveri ve zengini; büyük adamlar, müslüman ve milliyetçi kıymetli unsurlar yetiştirecek hususî mektepler açmak ve bu yolda neşriyat yapmak yoluna gitmiyor. Gidenle­re de yardım etmiyor. Cehalet!

Sene 180... M ısırlı İbrahim Paşa Suriyeden çekildiği za­man oralarda idarî bir keşmekeş ve huzursuzluk hüküm sürü­yordu. Ecnebi sefirler, misyonerler ve daha bir çok gizli te­şekküller bu fırsattan istifade ederek Osmanlı - Türk devletinin nüfuzunu kifayetsiz görerek bu fırsattan istifadeye kalktılar. 1841 tarihinde Lübnan dağlarında dürzü ve hıristiyan cemaatle­ri arasında karışıklıklar çıkardılar. Ecnebilerin işe müdahalesi Türk devletini, Lübnan sancağını dürzülere ve hıristiyanlara mahsus olmak üzere iki rnıntakaya taksime mecbur etti. Fakat bunun amelî bir faidesi görülmedi. Bütün bu kargaşalıkta İn­giltere ve Fransanın büyük rolü ve mes'uliyeti vardır. Fran­sızlar, Lübnandaki hıristiyan Mârûnileri, İngilizler ise dürzüleri tutar görünüyor ve her iki devlet de bu cemaatler arasın­da kendi icâdgerdeleri olan yangını körüklüyorlardı. 1845 de bu karışıklıklar son haddine ulaşmış, manastırlar ve kiliseler tecavüze uğramış, hırsızlık ve cinayetler Osmanlı devletini zor duruma düşürmüştür. Bunun üzerine hükümet geniş selâhiyetle Hariciye Nazırını Lübnan'a göndermiş ise de müsbet bir ne­tice alınamamıştır. Misyonerlerin faaliyetleri artmıştır. 1857 yılında Marûnî papaslan halkı kışkırtarak şimalî Lübnan'da silâhlı bir ayaklanmaya sebep olmuşlardır. Bu kıyam cenuba da sirayet edince hıristiyan köylüler arazi sahibi dürzilere hü­cum etmişlerdir. Bu fırsatı hazırlayan İngiltere ve Fransa, kendi himayelerine aldıkları cemaatleri desteklemeğe başladı­lar. Bu isyan tekmil Lübnanı kapladı. Misyonerler, ecnebi ca­suslar, sömürgeciler; kendi ihdas ettikleri bu vaziyeti, bu yan­gını alevlendirmek için dürzileri tekmil hıristiyanları kati ve imha etmek için harekete geçirdiler. Bu ayaklanma o derece şiddetli olmuştur ki binlerce Hıristiyan maktul düşmüş, evleri yakılmış, bir çok insanlar yurtsuz, meskensiz kalmıştır. Bu karga şalık gün geçtikçe etrafa sirayet etmiş ve hemen hemen bütün Suriyeyi istilâ etmiştir. 1860 senesi temmuz ayında müslümanlar hıristiyan mahallelerine hücum edip yakıp yıkmağa ve çeşitli zararlar vermeğe başlamışlardır. Devlet bu harekâtı bastırmak için asker göndermeğe teşebbüs etmiş ise de, garb devletleri bu fırsatı ganimet bilerek ve daha çabuk davrana­rak Suriye limanlarına harb gemileri göndermiş ve aynı sene­nin ağustos ayında da bir Fransız kara kuvveti Beyruta asker çıkararak karışıklığı kendisi bastırmak istemiştir. Böylece garb, kendi eliyle hazırladığı bu fitneyi bahane ederek devletin iş işlerine fiilen müdahale etmiş ve Türk devletini Lübnana im­tiyaz ve muhtariyet vermeğe zorlamıştır. Böylece hükümet içinde hükümet kurulmuş ve Lübnan her türlü fesat hareket­leri için geniş bir merkez haline sokulmuştur. İmtiyaz ve muh­tariyet kazanan Lübnan hıristiyan bir mutasarrıfın idaresinde ahaliyi temsil eden bir meclis ile âdeta yan müstakil bir hâle gelmiştir. Bundan sonra ecnebi devletler Lübnanla alâkalarını arttırarak orasını müslüman Osmanlı - Türk devleti aleyhine bir köprü başı haline sokmuşlardır. Ondan sonra artık serbest­çe mektepler, matbalar, hastahaneler açmağa, cemiyetler kur­mağa başlamışlar ve 1847 tarihinde «Fenler ve İlimler» ismin­de bir cemiyet kurarak bazı mühim Lübnanlı şahsiyetleri bu partiye kaydetmişlerdir. Bu cemiyete zamanın meşhur şahsi­yetlerinden İngiliz albayı Çörçil'i de âza olarak almışlardır. Bu cemiyet zahirde «ilim yayma» teşekkülü şeklinde gözükü­yorsa da hakikatte çok maksatlı bir gaye takip ediyor, gençleri tamamiyle garb kültüriyle yetiştirmeğe çalışıyor, müslüman düşmanlığını aşılıyordu. Bütün bu gayretlere rağmen iki yıl içinde ancak elli kadar insan bu cemiyete kaydedilmiştir. Sün­nî müslüman ve dürzilerden kimse bu cemiyete kaydedilme­miştir. Misyonerlerin bu gayretleri boşa gidince onlar da bu teşebbüsten vaz geçmişlerdir. 1850 tarihinde bu defa «Şark Cemiyeti» ismiyle başka bir cemiyet kurulmuştur. Bu teşekkül de Fransız papazlarından Henry de Bronier tarafından tesis edilmi ştir. Mensuplarının cümlesi hıristiyanlardan mürekkepti. Bu da «Fenler ve İlimler» cemiyeti yolundan gitmiş ise de pa­yidar olamamıştır. Bundan sonra arka arkaya cemiyetler kur­mak suretiyle misyonerler mesaisine devam etmişler ise de hiç biri tutunamamıştır. 1857 senesinde bütün âzası Arablardan ol­mak ve içine hiç bir ecnebi almamak üzere «Suriye İlim Cemi­yeti» adiyle bir teşekkül faaliyete geçmiştir. Bu cemiyetin için­de hiç bir yabancının bulunmaması ve azalan arasına müslüman ve dürzi beylerinden insanlar alınması bu teşkilâtın ya­şamasına imkân vermiştir.

G örülüyor ki, Türk ırkının ifrata varan müsamaha ve âli-cenablığı sayesinde yaşayan memleketleri birer birer elimiz­den koparmak için yabancılar, şu son asır içinde durmadan ça­lışmışlar ve her çareye baş vurmuşlardır. Lubnanda köprü ba­şı ve merkez kuran bu teşekküller, Osmanlı - Türk imparator­luğunda Arab milliyetçiliğini yaratmak ve o geniş memleket­leri elimizden koparmak için var kuvvetleriyle çalışmışlardır. Bizde Türk milliyetçiliğini ikinci plâna alan ve unsuru asliye hiç bir imtiyaz tanımıyan devlet idaresi oldum olası hatalı bir siyaset takip etmiştir, nedense kimseyi memnun etmemiştir. Bu da müslüman Türk ırkının karakteriyle, diğer unsurların yaradılışları arasındaki farktan doğmuştur.

Lübnanda kurulan bu cemiyetler kuvvetli Osmanl ı îslâm devletini zayıf düşürmek ve Arab milliyetçiliğini tahrik etmek için şu propagandayı yapıyordu: «Hükümet, Türk devletidir, îslâmın riyasetini zorla Arablann elinden almıştır. İslâm kanunlarına kıymet verilmemiştir. Avrupalı müstemlekecilerin körükledikleri bu fesad, sadece Türk devletini değil, bütün dünya müslümanhğını zayıf düşürmek ve parçalamak gayesini takip ediyordu. Bunu ecnebi konsolosların o zaman ele geçen telgraflarından da anlayabiliriz. Meselâ 28 Temmuz 1880 tari­hinde îngiliz konsolosunun hükümetine çektiği şu telgraf çok şayanı dikkattir:

«Bir takım isyan beyannameleri ortaya çıkmıştır. Bunla­rın Mithat tarafından çıkarıldığı şüphesi vardır [4] . Bununla beraber sükûnet hüküm sürüyor. Tafsilât postadadır.»

Bu telgraf, yukar ıda adı geçen cemiyetin Beyrut sokakla­rında duvarlara yapıştırdığı beyannameler üzerine çekilmiştir. Bu tahrik bütün Suriye şehirlerinde yayılıyordu. İş o derece genişlik ve ciddiyet kazanmıştır ki Cidde'deki ingiliz mümessili de 1883 de hükümetine şöyle bir haber ulaştırmıştı :

«Öğrendiğime göre bazı şahsiyetler, hattâ Mekke'de bile hürriyet fikriyle harekete geçmişlerdir. Kulağımıza gelen ma­lûmattan anlaşılıyor ki ortada çizilmiş bir plân vardır: Nedi kıt'ası, Mezopotamya denilen Irakın cenup kısmı ile birleştiri­lerek oraya bir Arab emîri tâyini düşünülüyor.»

Ecnebilerin T ürk devletini zayıf düşürmek için tertipledik­leri bu milliyetçilik cereyanının bir gün Arabları yalnız yaka­layarak Filistini ellerinden alacağını ve bu maksat için bir milyon Arab muhacirinin paçavra gibi yurtlarından atılacağı­nı ve binlerce masum müslümanın yahudi süngüsü ve işkencesi altında müthiş bir katliâma maruz bırakılacağını kim düşüne­biliyordu? O zaman kimin aklına geliyordu. Hele, hele, müslü­man Türkün ahının yerde kalmayacağını...

Türkün asil idaresi, kuvvetli süngüsü altında bu cinayetle­rin, bu kadar kolay ve bu kadar hunharca yapılamayacağını pek iyi takdir eden düşman, yarım asra yakın bir zaman, bu maksat için Türklerin aleyhine çalışmış ve onun bir kenara çekilmesinden sonra muradına nail olmuştur.

* * *

1882 de Beyrutta bulunan Frans ızlardan biri, Suriye ve Lübnan'da cereyan eden hâdiselerden mülhem olarak şöyle bir yazı yazmıştı:

«istiklâl fikri geniş ölçüde yayılmış olup, Beyrut'da bulun­duğum müddet zarfında mektepler, hastahaneler kurarak mem­leketin kalkınmasını sağlayacak cemiyetler kurmak teşeb­büslerini gördüm. Bunda nazar-ı dikkatimi celb eden nokta bu çalışmada din ve mezhep ayırmaksızın bütün Arabları milliyet­çilik ruhîyle büyülemektir.»

Ba ğdad'da yaşayan Fransızlardan biri de şu son derece ma­nidar malûmatı veriyor :

«Her yerde ve geniş mikyasta - Türk düşmanlığı - fikrinin yayıldığını görüyorum. Bu sevimsiz boyunduruğu başlarından atmak için umumî bir çalışma fikri etrafa yayılıyor. Ufuklar­dan Arablık fikri doğuyor. Şimdiye kadar tazyik altında yaşayan bu millet, yakında islâm alemindeki tabiî mevkiini eline alarak kendi hedefine doğru yol alacaktır.»

Kırk yıldan beri kendi başlarına yaşayan, Türk idaresin­den uzaklaşan Arab milliyetçilerinin bu zaman zarfında hangi muvaffakiyetleri elde ettikleri sorulabilir. Gönül, istisnasız bü­tün dünya müslüman milletlerini hür ve müstakil ve birbirle­rine bağlı ve kuvvetli görmek ister. Fakat şu dakikada henüz kendi aralarında dahi teessüs etmiş bir vahdet ve tesanüt gö­zükmüyor. Görünen sadece, her gün biraz daha kuvvetlenen, biraz daha şımaran ve her gün ihtirası bir miktar daha kaba­ran îsrâil oğullarının hançer gibi bağrımıza saplanmış olması­dır. Biz Türkler, yaradılıgımızdaki necabet ve müslümanlığa olan samimî bağlılığımız dolayısiyle bir gün Arabların başla­rındaki belâyı defederek kendi yurtlarının sahibi ve efendisi olmak temennisindeyiz.

Din ve ilim nam ına misyonerlerin faaliyetleri Amerika, İn­giltere ve Fransaya münhasır kalmayarak diğer bütün garblı devletler de bu işe katılmışlardır. Bunlardan biri Çarlık Rusya olup diğeri de Almanyadır. Bu devletlerin siyasî görüşleri bir­birinden ayrı olmakla beraber cümlesi bir noktada birleşiyorlardı: Hıristiyan dinini yaymak, Avrupa kültürünü neşretmek ve müslüman dinini itibardan düşürmek, garb medeniyetini yüksek görerek müslümanlığı horlamak ve kendimizi geri ve iptida î bilerek içimize aşağılık duygusu aşılamak ve sonra da memleketlerimizi geniş iktisadî sistemlerle ilâ nihaye sömürmek...

_________________________

[4] Maatteess üf şimdi Devlet arşivinde buna dair kuvvetli vesika­lar bulunmuştur. Hükümetin o zaman boş bulunmadığı, dönen bu fe­sat dolabından haberdar olduj*u anlaşılmakladır, pek tabiî olarak lâ­zım gelen tedbirler de alınmış ise de kaderin Önüne geçmek mümkün olamamıştır.