Islam Hakimiyetinin Devami

Cenab ı Kibriya Kur'anı Kerim En-Nars sûresinde buyu­ruyor:

Allan ın nusratı ve fetih gelince.

Sende insanlar ın küme küme Allanın dinine gireceklerini görünce hemen Rabbını hamd ile, teşbih et. Ondan mağrifet dile. Allah tövbeleri kabul edicidir.

Baz ı müfessir bu âyeti kerimenin, Peygamberimizin irtihallerine işaret olduğunu söylerler. Sahih Buharı bu surei serifenin Peygamberimizin vefatlarından iki sene evvel nazil oldu­ğunu nakleder. Yine bazı rivayetlere göre de bu âyetler Resulallahın terki dünya etmek üzere olduğunu gösteren bir işa­rettir.

Her ne olursa ol sun Hicretin on birinci yılı ve Rebiülevvel ayı idi. Fahrikâinat bu fâni âlemden alâkasını kesip ruhi mübareki âlemi kudsiyete intikal etmek üzere idi. Refakati ulyayı arzulamakta idi. Arzusu yerine geldi.

Sal ât ve selâm sana... Ey akl-ı muazzam ve müebbet...

Rasulüllah, terki dünya edince eshabı, İslam devleti riyase tine birini intihab zaruretini duydular. O makam tabiatiyle bo ş kalamazdı. Peygamberin hayatında bulundukları devre, devri saadet demek isabetli olur. Ondan sonraki devirlere de islâm hükümranlığı demek doğru olabilir.

Peygamberimiz, Allahın her t ürlü lutfuna mazhar, şahsiye­ti üstün, sözü geçer, Peygamberlik nüfuzu her yerde hakim, şahsen son derece cesur, metin, soğukkanlı düşmanlarını hak ile yeksan eden büyük bir Peygamberdir. Bizzat kendilerinin neşrettiği din ile, bizzat başında bulundukları islâm hükümeti, kendi idareleri ve hayatları esnasında dünyanın bütün idareci­lerine ve tekmil beşeriyene numune olacak bir manzara arz ediyordu, îrtihallerinden sonra bu devlet halifeler ve emir-el mü'minler vasıtasiyle idare edilmiştir.

Muhtelif zamanlarda İslâm devletinde tabiatiyle dahilî me­seleler olmuştur. Fakat bu hâdiselerle islâmiyetin bir alâkası yoktur. Din tekemmül etmiş. Hatemül Enbiya efendimiz âhirete göç etmiştir, irtihali nebeviden sonra vuku bulan bütün hâdiseler, şimdiki müstamel tabiriyle birer iç mesele olup esasa taallûk etmez. Bu görüş farklarından mesele çıkarmak islâm aleyhinedir. Bitaraf ve samimi bir nazarla bakılacak olursa, is­lâmlar arasındaki ihtilâf, müslümanlığın esasına taallûk etme­yip. Resul Ekremden sonra islâm varlığının basına geçecek olan zatların tayini meselesinden çıkmıştır. Bu iç ihtilâf yahudi ve dönmeleri tarafından körüklenmiş, bir mesele haline so­kulmuştur. Öyle bir mesele ki islâmı iki parçaya bölmüş, kuv­veti yarıya indirmiştir. Her iki tarafın, her iki mezhebin müteassıp şahsiyetleri de bu ihtilâfı büyütmüş ve bu anlaşmazlığın derinleşmesine sebep olmuşlardır. Bununla beraber rnüslümanlar arasındaki �esasa taallûk etmeyen� anlaşmazlıklara rağ­men müslümanlar yeni yeni memleketler fethinden, islâm nu­runu yeryüzüne yaymaktan geri kalmamışlardır.

İran, Hindistan ve Kafkasyaya ulaşan islâm hududu Çin Ülkesine, Rusyaya ve şimaline kadar varmış, Sam ve Mısır, Şi­mali Afrika ve İspanyayı eline geçirmiş, Anadolu ve Balkanları.Kırım ve Ukranya'yı içine alarak karedeniz şimal sahillerine ulaşmışmıştır. İslam ordusu, Tüklerin bayraktarlığı altında Viya na kalelerine dayanm ıştır. Bu ilerleyiş, bu yeni yeni memleket­ler feth arzusu, islâm bayrağını ülkelerden ülkeye götürmek ve dinü ümem olan müslümanlığı bütün yeryüzüne yaymak ar­zusundan ileri geliyor ve bu iman sayesinde mümkün oluyordu. Bu inanç gevşediği gün bu fütuhat durdu ve gevşeme devri baş­ladı. Bu duraklamada en müessir amil, islâm nizamlarının ağır ağır terk edilerek yerine yabancı metodlar ve usullerin tat­biki olmuştur. îsîâm devletinin kendi nizamında ilerleyişi kendine mahsus tefekkürleri ve bidayetten beri gördüğümüz gibi bazı esaslı hakikatlere dayanılarak kat'edilen yol, bu dinin bu medeniyetin ve bu devletin temellerini kuvvetlendirmişti. Bu sebeple ilk yüz yıl içinde geniş bir mıntıkaya yayılmak imkânı hasıl olmuştur. Bu yayılış ve istilâ devam ettiği müddet zarfında müslümanlık yeni yeni pürüzler ve zorluklarla kar­şılaşmış ve onları hallü fasl edecek çareleri kendi kanunların­da bulmuştu. Bu suretle İranda, Irakta, Suriyede, Mısırda, is­panyada, Hindistanda, Kafkasyada ve diğer memleketlerde tesadüf edilen yeni hâdiselere islârn kanunlarının tatbiki bu memleketler halkının topyekûn müslüman olmalarına yaramıştır. Bu hal islâmı hakikatlerin ve müsüman hak ve kanu­nunun ince ve adil esaslarına, Kur'an ve sünnetten çıkarılan hükümlerin isabetine büyük bir delildir. Çünkü müslümanlığın doğruluğu ve hakikate uygunluğu, halk umurunda müsbet neticeler doğurmuş ve ayrıca Kur'an ve sünnette mündemiç büyük hakikatlerin ortaya çıkması ilerleyişin seri halindeki muvaffakiyetlerin sırlarındandır.

Bu il erileyiş ve muvaffakiyetler beşinci Hicret ve on birin­ci Milâdî asra kadar devam etmiş ve ondan sonra İslâm âlemin­de umumi bir gevşeme ve duraklama devri başlamıştır. Tek­rar etmeliyiz ki bu duraklama, gerileme ve gevşemede en mü­essir âmil islamların kendilerine mahsus kanun ve nizamlar­dan uzaklaşmalarıdır. Bizim bu gerilememizi fırsat bilen haçlı ordular müslümanlar aleyhine hareket gelmişler, müdhis. bir dini taasub ve ortaçağa yakışan bir zihniyetle toplanarak müslümanlara saldırmışlardır. Ehli Salibin mağlubiyetinden sonra Kölemenler islâm hükümetini ellerine almışlarsa da Kur'an ve sünnetten; islâm kanun ve nizamlarından habersiz oldukların­dan onların elinde islâm devleti kuvvetsiz ve gevşek bir hal­de kalmıştır. Bundan sonra Moğol tecavüzleri ve bunların zen­gin İslâm kütüphanelerini ve abidelerini yakıp yıkmaları müslümanlığa büyük darbe olmuş ve zafiyetini arttırmıştır. Müs­lümanların ana prensiplerden ve islâm hukuk ve nizamların­dan ayrılmaları, gayet kısa zamanda, yıldırım hıziyle yeryüzü­ne yayılmış olan İslâm kudretini zayıf düşürmeğe sebep olmuş­tur. Tarihin bu dönüm noktasında, İslâmın meş'alesi, Türk ırkının elinde yeniden parlamış ve eski şevketini kazanmıştır. Türk milletinin, haçlı seferleri esnasında ve müslümanlık dâ­vasında tarih boyunca gösterdiği fedakârlık ve dâvaya yaptığı hizmet asla inkâr edilemez.

İslâm bayrağı Osmanlıların eline geçtikten sonra bu livay-ı tevhid kısa zamanda Bizans surlarında ve Balkanlarda dalga­lanmış ve Türk milletinin idaresinde İslâm devleti yeryüzünün en kudretli varlığı olmuştur. Bazı Arab müellifleri Türklerin askerî kudretlerini ve İslâm bayrağını yeryüzünün üç kıt'asına büyük bir hulus ve imanla götürüp dikmelerini medih ve sena etmekte fakat bizim ilme ve fikriyata kıymet vermediğimizden de bahs etmektedirler. Hakikat hâlde Türklerin sadece silâh kuvveti ve ırkî kabiliyet ve cesaretleri sayesinde değil, daha zi­yade iyi idare ve İslâm adaleti sayesinde bu terakkilere mazhar oldukları muhakkaktır. Ecnebi müellifler Türklerin on üçün­cü yüzyılda Avrupada namlarının duyulduğunu yazarlar. Sa­yıları mahdut olan Türkler Orta Asyadan Moğolların şerrin­den dolayı hicret ediyorlardı. Bunlar merkezi Konya'da olan Selçuk Türklerinin imdadına yetiştiler ve Selçukların Moğollar ve Rumlar aleyhindeki seferlerine iştirak ve hizmet ettiler. Selçuklar bu hizmetlere mukabil kendilerine Anadolunun gar­bında bazı parçalar verdiler. Burası Büyük Osmanlı İmpara­torluğunun maskat re'si, beşiği ve doğuş mıntıkası idi. Osman ve orhan beğlerin yüksek deha ve istikbal için hazırladıkları dahiyane pl ân ve program, büyük bir imparatorluğun temelle­rini burada kurdu ve parçalara ayrılmış olan Selçuk beylikleri­ni birer birer kendi bünyesinde toplayarak 1683 Milâdî sene­sinde Viyana surları önüne kadar dayandı.

T ürklerin insaniyete ve İslâmiyete yaptığı hizmetlerin tamamiyle tebellür ettirilmesi gerekir. Her nedense gerek İslâm ve gerekse Garb müellifleri bazı sebeplerden ötürü bizim hiz­metlerimize lâyık olduğu değeri vermemişlerdir. 1453 de Şark İmparatorluğunun merkezi olan İstanbulun Türklerin eline geçmesi İslâmiyetin bir zaferi olduğu kadar insaniyet için bü­yük bir hizmet ve adalet numunesi olmuştur. Fatih Sultan Mehmed'in İstanbulu zaptedip, bir çağ kapayarak, yeni çağı açtığı o muhteşem günlerde hıristiyanlara bahşettiği imtiyaz­lar ve müslüman olmayan tab'aya gösterilen adalet ve iyi mua­mele İslâmiyetin üstünlüğünü gösteren ve büyük mânâlar ta­şıyan hâdiselerdendir. Bu böyle, olduğu için Trakyadaki Rum­ların yekûnu Türklerden çok fazla olduğu için Trakyadaki Rumların yekûnu Türklerden çok fazla olduğu hâlde Rumlar kendi can ve mallarının emniyetini, Türk ve Müslüman adale­ti himayesinde daha müemmen gördüklerinden İslâm hâkimi­yetini, hıristiyan idaresine müreccah tutmakta idiler. Müslü­manların tutumu ve bu dinin umdelerindeki sarahat ve asalet Ortodoks mezhebindeki hıristiyanlara; katoliklerden daha ali­cenap ve daha hakikat olarak gözüküyordu. Müslümanlığın adalet ve kanun önünde müsavat prensipine mukabil; meselâ Garb müelliflerinden Klark'ın Amerikada basılmış olan Race of Turkey European kitabından şu parçayı alabiliriz :

«Fesada düşmüş asilzadeleri, kalabalık ve müstebit bir ruh­ban sınıfı, kötü tefsir edilen bir sürü kanun ve ferman, ehaliyi devamlı bir surette soyan bir hükümet ve en kötüsü hüküme­tin tahammül edilmez inhisarları, vergi tahsilindeki bozukluk lar ve adaletsizlikler, sürü halinde gümrük memurlatı ve tah­sildarlar sefaletin derin çukuruna düşmüş olan halkda ne hak, ne kurtuluş imkânı ve ne de bir zerre ümit bırakmamış idî»

Bu mütalaaya müvazi olarak, diğer bir milletin, bir rus tarih çisinin şu yazısını da aşağıya alırsak iyi bir mukayese yap­mak imkânı hasıl olur; Bizans hakkında diyor ki:

«Kanunun hükmü olmayan bir imparatorluk, ağzında diz­gin bulunmayan bir at gibidir. Kostantin ile ondan evvelkiler kendi büyük memurlarını halkı ezmek için serbest bırakmış­lardı. Artık mahkemelerinde adalet, kimsenin kalbinde cesaret kalmamıştı. Masumların göz yaşından, kanından hakimler servetler yapıyorlardı. Rum askerleri, muhteşem üniformalarının altında mağrur ve mütehakkim vatandaşlar ise vatan haini ol­maktan utanmıyorlardı. Askerlerin harbden kaçması tabii idi. En nihayet Allahıb gazabı bu halkın kafasına indi ve âlemle­rin Allahı, kendi yolunda cihadı mukaddes bilen ve bundan zevk alan, hakimleri adalete hiyanet etmeyen büyük hüküm­dar Fatih Sultan Mehmed Hanı meydana çıkardı.»

Bu yaz ı ortodoks hıristiyanı olan bir Rus müverrihi tara­fından yazılmıstır. Müslüman Türkün, islâm kanun ve nizam­larına uyarak nasıl mükemmel ve adil bir idare kurduğu ve ' bu nizamlar gevşeyinceye kadar yüzlerce sene nasıl bir zafer ve istilâ yolunda yürüdüğümüz canlı ve şahidli, isbatlı delille­rindendir.

* * *

Şimdi; Müslüman Arab müelliflerine göre islâm hüküm­ranlığı hakkındaki mütalâaları sıralayalım:

Arab m üellifleri islâm hükümranlığını muhtelif şekillerde tarif eder ve iktisadî ve içtimai meselelerde muayyen hüküm­lere göre icrai hükümet eden halifelerin şahıslarında toplarlar. Onlara göre bu makamlara bağlı umumî valilikler geniş salâhiyetlere sahip, müstakil reis hükmünü verdirerek ,adeta müsta­kil birer hükümet olarak emirülmüminini tanımak ve hutbe­lerde namını zikretmekle iktifa etmişler ve hükümranlık kud­reti ellerinde olduğundan bağımsız devletlere benzemişlerdir. Meselâ Hamdâniler ve Selçuk hükümdarları gibi devletler, is­lâm birliğine bîr tesir yapmamıştır. Başka bir misal; Mısırda Asi oğlu Omrun vaziyeti, Samda Ebu Süfyan oğlu Muaviyenin vaziyeti umumî valilik mahiyetinde idi. Bununla beraber bun lardan her hangi b îri emir-elrnümininin emrinden hariç tek ba­şına bir şey yapmamıştır. İslâm hükümetinin başında bulunan zatların kuvveti sayesinde islâm devletinin birliğine halel gel­memiştir. Fakat başın kuvvetine zaaf gelince müstakil ve umu­mî valiler birer müstakil devlet olmak yolunu tutmuşlardır. Halbuki islâm hükümranlığının reislerinin kuvvetli bulunduk­ları devirlerde ayrı gibi gözüken bu hükümetler, haddizatında bir makama bağlı yekpare bir devletin parçalan sayılırdı. Ta­rihte bazen müslüman hükümetlerinin tek basma kaldığı gö­rülürse de, bunlar yine bir tek makama bağlı ve muti kalmak­ta devam ettiler. Endülüs'te zuhur eden halifelik Mısırda pey­da olan Fatimîlerin bazı Arab müverrihleri umumî valilikten başka bir şey olmadığı ve islâm devletinin bütünlüğüne halel getirmediği kanaatındadırlar. Osmanlı devletinin hükümranlı­ğı zamanında iran'ın da vaziyeti bunun aynı idi.

H ülâsa yeryüzünün üç kıt'asında asırlar boyunca müslümanlığın üstün hükümranlığı, yekpare bir kal'a gibi devam et­miş ve itibarı Türkler devrinde zirveye ulaşmıştı. Dünyanın bütün mutaassıp ve bozguncu kuvvetlerinin hınçlarını Türk milleti üzerinde teksif etmesinin sebep ve hikmeti budur.