BUGÜNKÜ VAZIFEMIZ
Kitap, yukar ıdan aşağı, İslâmiyetin doğuşu, gelişmesi, yayılması, katlandığı zorluklar ve maruz kaldığı suikastlara dair malûmatla doludur. Bu mevzuda en ziyade üzerinde durduğumuz nokta, Müslümanlığı yok etmek ve Müslüman milletleri tarih sahifesinden silmek için hangi düşmanların ne gibi vasıta ve metodlara müracaat ettiğini gösteren noktalardır. Biz düşmanlarımızın bize reva gördükleri haksızlıkları birer birer sayarken, kendi kusurlarımızı ve hasımlarımızın istifade ettikleri aksak noktalan da elimizden geldiği kadar izah ve teşrih etmiş olduk. Bütün yanlışlıklar, bir çoklarımızın Müslümanlığı hakkiyle anlamamış olmasından doğmaktadır. Müslümanlığı sadece ibadet müessesesine inhisar ettirip onun mâna, maksat ve gayesinden bî haber olmak girdiğimiz çıkmaz yolların başlangıcıdır. Her din ve hattâ her cemiyetin kendine mahsus merasimi ve âdetleri vardır. Bunların icrası zarurî, Müslümanlıktakilerin de farzdır. Fakat şurasını daima ihmal ediyoruz ki: Bu feraiz bizi matlup olan hedefe ve gayeye îsâl içindir.
M üslümanlığın muayyen farzları ve iman esasları üzerinde hiç bir pazarlık ve eksiltme ve hattâ münakaşa caiz değildir. Çünkü onların samimiyet ve ihlâs ile tatbikidir ki, bizi hakikate yaklaştırır. Bütün feraizin lüzum ve hikmetleri aşikârdır, însanlar bu hikmetlere nüfuz ettikçe göğüslerindeki imanın kuvvetlendiğini ve mensup olduğumuz büyük din ve medeniyetin .azametini canlı olarak müşahede ederler.
Kullu ğumuz ve ibadetlerimiz bir korku ve endişe veya ihtiyat mahsulü olup insiyaki bir şekil aldıkça bizi gayeden uzakla ştırır, ve dinimizin maksat ve büyük hedefini idrakten bizi meneder.
Kur'am Kerimdeki âyât-i celilenin ihtiva ettiği elfaz ve maâninin her yerinde bir hikmet ve lüzum gizlidir, ibâdet müessesesiyle, iman esaslarının gayet şümullü mâna taşıdıkları muhakkaktır.
Bir insan, e ğer bütün farzları tamamen yerine getirir, ve inanmağa mecbur olduğumuz hususları diliyle ikrar ve tasdik ederse elbette ki o Müslümandır. Fakat bu farzlar ve vecibeler şekilden ve dilden kalbe nüfuz etmemiş ise beklenilen faideyi vermez, neticeye ulaştırmaz.
İnanma ğa mecbur olduğumuz altı umdeyi ağzımızla söylediğimiz gibi onu kalbimize nüfuz etmiş bulursak Müslümanların başaramıyacakları hiç bir muvaffakiyet tasavvur edilemez.
Bir misal alal ım: İmanın bir şartı, kul kendi cüz'î iradesini istimal ettikten sonra, kendi arzu ve iradesinin haricinde tecelli eden hususlara «kader» demekteyiz. İnsan oğlu samimiyetle bu umdeye inandığı gün onun yolunu kesecek, gözünü yıldıracak birşey tasavvur edilemez. Cesaretine payan olmaz. Resulü Ekremin, taa bidayette bir avuç müminle, muazzam kuvvetlere karşı koymaları imanın kuvvetinden başka neye delâlet eder? Biz: imam-ül-Mücahidin efendimizin mücahededeki azimlerini ve cesaretlerini nazar-ı im'ân ile, merakla ve dikkatle takip ettik. O sarsılmayan, zerre kadar fütur getirmeyen, talihin muvakkat ve makûs tecellilerinden yılmayan, uğradığı saygısızlıklar ve müşkülâta kafiyen ehemmiyet vermeyen büyük insanın, Habib-i Ekremin bu Peygamberane, bu müthiş, bu vakur iradesinin kaynağı ne olabilir? Hiç şüphesiz iman!
Kendilerine risalet ve h âtem-ül-enbiya payesini, ihsan buyuran kudretli Allahın, namütenahi gücüne ve iradesine inanmaktadır ki, nübüvvetini ilân ettiği vakitten, fani dünyaya verdiği son nefesine kadar onda zerre kadar bir sarsıntı ve tereddüt meydana getirmemiştir. Getirmediği için de muvaffak ol mu ştur. Onun, günün her dakika ve saniyesinde Cihanın dört köşesinden fasılasız arşa yükselen mübarek ismi ve hiç suikastdan sarsılmayan eseri, imanının mükâfatı olarak kadir-i mutIakın kendisine hir bahşâyisi değil midir?
Bundan dolay ıdır ki, Müslümanlığı tam mânasiyle idrak eden insanlar, din kardeşleri hakkında daima iman selâmeti niyazında bulunmuşlardır. Allahın kitabına ve büyük dine hulûs ile iman edenlerin sırtı yere gelmez. Öyle insanlar vardır ki, beş vakit namazlarında, oruçlarında kusurları ve ihmalleri görülmemiştir. Hac farizasını da yapmışlardır. Fakat onlardan bazılarının önlerinde dinimize, mukaddesatımıza, Peygamberimize, kitabımıza hürmetsizlik edildiği vakit onların taş kesildikleri, ağızlarından tek itiraz çıkmadığı, mukabelede bulunmadıkları da görülmüştür.
İnsan, namütenahi azamet ve vüs'atte, aklın ve idrakin ve havsalanın maverasında bir kudretin sahibi olan, kâinatın yaratıcısına kalbiyle inandığı gün, kendisini ateşe atmakta bile bir an tereddüt etmez.
Biz, b öyle halis bir inançla îslâmiyete sarıldığımız gün, bu din-ü mübinin bizden ne istediğini bir lâhza düşünürüz. O zaman her türlü sefil ihtiraslar ve arzulardan sıyrılmış olan idrakimiz; eşref-i mahlûkat olan insan cemiyetlerinden sulh ve selâmet ve kardeşlik tesis etmek, bir medeniyet, bir vahdet, bir tesanüt içinde yaşamak, terakki ve teali etmek istendiğinin farkına varır.
Evet M üslümanlık, isminden de anlaşılacağı üzere selâmet ve müsalemet dinidir. Terakki dinidir. Mesai ve gayret ve yükselme dinidir, insanları, adalet ve hak çerçevesi dahilinde çalışmağa, birbirine yardıma, birbirini sevmeğe, birbirine destek olmağa davet eden bir dindir. Cemiyet ve cemaat halinde yasamayı, kardeşlik ve tesanüt bağlariyle birbirlerine bağlanmayı emreden ilâhî bir müessesedir.
Cihad ı farz kılmış ve mücahedelere Allah nezdinde en büyük dereceyi tahsis buyurmuş olan Allah, bu cihadı, beşer cemiyetinin ve müminlerin selâmet ve devamlı saadeti için zarurî kılmıştır. Meselâ şimdi insan oğullarının, asrın medeniyetin akıllar durduran silâhlar icat etmesi ve idamei mevcudiyet etmek için daima silâhlı, talimli ve hazırlıklı bulunmaları hususunda sarfettikleri müthiş gayretlerin mânası bundan başka bir şey midir?
Şu varki: Müslümanlık âlemşümul bir medeniyet ve cihanşümul bir müsalemetin remzi ve sây-ü gayretin bir sembolü olduğu halde, onun muhteşem varlığını çekemeyen, onun istihdaf ettiği büyük gayeden ürken dalâlet erbabı, bu; terakkiyi emreden dini ve onun masum ve samimî mensuplarını en küçük bahane ve fırsatlarda irtica ile, gerilikle itham etmekten bir an geri kalmıyorlar.
Bu; husam ây-ı dinin haksız ve necabetsiz hücumları karsısında bizim mukabelesiz kalmaklığımız ve sahip olduğumuz azametli dini müdafaadan âciz olmaklığımız düşmanlara cesaret veriyor ve onları bu nâmeşru yolda yürümeğe teşvik ediyor. Bu da bizlere bir mesuliyet, bir vicdan azabı, bîr günah yüklemez mi?
* * *
İslâm tarihini ve îslâmın neşir ve tebliğ vazifesini nasıl yaptığım bir miktar gözden geçirdik. Eshabı kiramın ve müminlerin dâvalarına ne kadar candan inandıklarmı ve ne kadar samimî bir surette bağlandıklarını da gördük. O ihlâs ve o azim ve imanladır ki, Müslümanlık, hıristiyanlık gibi asırlar boyu yerinde saymamış, güneş gibi, yıldırım gibi bir anda yeryüzüne yayılmıştır.
T ürk tarihini, ta Alparslan'dan Selçuklardan, Osman oğullarından itibaren tetkik edelim. O bir avuç insanın kısa zamanda kazandıkları akıllar durduran zafer ve muvaffakiyetlerin sırrı ne idi? Hiç şüphesiz Müslümanlığın itilâl ve ona canla, yürekle bağlanmış olmak!..
Biz; bizi irticala itham eden, daha do ğrusu İslâmiyeti bir gerilik sembolü diye tavsif edenlere karşı şimdiye kadar ne yaptık? Hiç!
Din adamlar ımız, münevverlerimiz, muharrirlerimiz, müelliflerimiz niçin bu nokta üzerinde durmuyor. Niçin kanunlar -ve nizamlar çerçevesi içinde karşı tarafa hadlerini bildirmiyor?
Zengilerimizin bu d âvadaki hizmetleri nedir? O da hiç! Allahın geniş arazilerinden kendilerine bahşedilen nimetlerden ve servetlerden on binde bir fedakârlık yapmış olsalardı asırlar boyu Allah diye savaşmış ve son istiklâl savaşlarını Allah diye kazanmış olan bu milletin karşısına köpekler çıkıp havlayabilirler miydi? işte yukarıda bahsettiğimiz iman akidesinin o gibilerin ruhlarına nüfuz etmediğinin bir misali!..
İman ve ondan doğacak fedakârlık, gönlümüzün arzu ettiği gibi ruhlarımızda teessüs ve tecelli etmiş olsaydı, o zaman bu aziz milletin iç huzurunu bozan çatlak sesler yükselemez, düşman başları pervasızca havaya kalkamazdı.
Kalkmay ınca ne olurdu? İşte o zaman dedikodular ve fitneden yakasını sıyırmış olan bir millet sıfatiyle biz de kendimizi gerilikten, iptidailikten sıyırır, muasır medeniyete ayak uydurmağa çalışırdık.
Vaktiyle garbe ilim ve teknik tahsiline giden gen çlerimiz, orada şu cümleyi defaatle işitmişlerdir:
Din, terakkiye man îdir!
Bu s özün söylendiği garpta, bu bir hakikattir. Orada din; bütün tarihî vak'a ve ilmî delillerle sabittir ki terakkiye, mânidir. insan ruhuna bir atalet vermesi, Cenabı Hakkın insanlara lütuf ve ihsanı olan saymakla tükenmez dünya nimetlerine arkasmı çevirmek i'tizâl ve saire bütün bunlar insanların ilerilemesine, terakki etmesine bir mâni teşkil ediyordu, bunun i çin garbda din terakkiye manidir! sözü adetâ hakikattin bir ifadesi olmuştur.
Fakat yar ım yamalak tahsilli, kulaktan dolma ilim sahibi, basit insanlar şu mühim noktayı gözden ırak tutmuşlardır ki: İslâmiyette mes'ele tamamen ber akistir.
Tarih ve h âdiseler gösteriyor ki Müslüman milletler dinlerine ne kadar samimiyetle ve ciddiyetle sarılmış iseler o kadar terakki ve taalî etmişler, bu dinden ne kadar uzaklaşmışlarsa, işte o zaman irticaın, geriliğin kârına düşmüşlerdir.
M üslümanların ilimde, fende, matematikte, astronomide ve sair bilgi şubelerinde derecei kusvâya vardıkları zaman, garb iptidailik ve vahşet içinde yaşıyordu, bizden tam dörtyüz sene geride idi.
Fakat dinimizin m âna ve hikmetine arka çevirip de benliğimize aşağılık duyguların girdiği devirlerde Müslümanların başlarına ne belâlar geldiğini bilmeyen yoktur .
* * *
Bu kitab ı bitirirken son söz olarak şunları söylemek isterim ki, bugün milletler; iki dev müstesna olmak üzere, teker teker bir mâna ifade etmiyorlar.. Yirmi altı milyon Türk, altmış milyon Arab, milyarlar karşısında ne kemiyet teşkil eder?
Fakat iktisad î, ictimaî ve harsî faktörlerle birbirlerine dayanmış, birbirlerini tamamlamış, aralarındaki �düşman tarafından körüklenen � anlaşmazlıkları def-ü ref etmiş yediyüz elli milyon kitle; o kadar manalı, o kadar güçlü, o kadar muhteşem ve mes'ut ki, bunun hayali bile insanın ruhuna şevk ve gayret ve cesaret verir!
Yahudiler, şu on iki milyon insan bunu yapmış ve muvaffak olmuştur. Biz niçin yapmayalım! Hem bizim öyle insanları köle yapmak, beşeriyeti kendi emrimizde bir sürü gibi idare etmek iddiamız da yok! Biz, bir inananlar kardeşliğinin neşvesi v e saadeti pe şinde koşuyoruz. Menfaatimiz bunda, hayatiyetimiz ve istikbalimizin garantisi bundadır!
* * *
Allah' ın büyük kudreti Müslüman milletleri korusun ve birlik haline gelmeleri için sebepleri halk buyursun, âmin!..
M üslümanlığın muayyen farzları ve iman esasları üzerinde hiç bir pazarlık ve eksiltme ve hattâ münakaşa caiz değildir. Çünkü onların samimiyet ve ihlâs ile tatbikidir ki, bizi hakikate yaklaştırır. Bütün feraizin lüzum ve hikmetleri aşikârdır, însanlar bu hikmetlere nüfuz ettikçe göğüslerindeki imanın kuvvetlendiğini ve mensup olduğumuz büyük din ve medeniyetin .azametini canlı olarak müşahede ederler.
Kullu ğumuz ve ibadetlerimiz bir korku ve endişe veya ihtiyat mahsulü olup insiyaki bir şekil aldıkça bizi gayeden uzakla ştırır, ve dinimizin maksat ve büyük hedefini idrakten bizi meneder.
Kur'am Kerimdeki âyât-i celilenin ihtiva ettiği elfaz ve maâninin her yerinde bir hikmet ve lüzum gizlidir, ibâdet müessesesiyle, iman esaslarının gayet şümullü mâna taşıdıkları muhakkaktır.
Bir insan, e ğer bütün farzları tamamen yerine getirir, ve inanmağa mecbur olduğumuz hususları diliyle ikrar ve tasdik ederse elbette ki o Müslümandır. Fakat bu farzlar ve vecibeler şekilden ve dilden kalbe nüfuz etmemiş ise beklenilen faideyi vermez, neticeye ulaştırmaz.
İnanma ğa mecbur olduğumuz altı umdeyi ağzımızla söylediğimiz gibi onu kalbimize nüfuz etmiş bulursak Müslümanların başaramıyacakları hiç bir muvaffakiyet tasavvur edilemez.
Bir misal alal ım: İmanın bir şartı, kul kendi cüz'î iradesini istimal ettikten sonra, kendi arzu ve iradesinin haricinde tecelli eden hususlara «kader» demekteyiz. İnsan oğlu samimiyetle bu umdeye inandığı gün onun yolunu kesecek, gözünü yıldıracak birşey tasavvur edilemez. Cesaretine payan olmaz. Resulü Ekremin, taa bidayette bir avuç müminle, muazzam kuvvetlere karşı koymaları imanın kuvvetinden başka neye delâlet eder? Biz: imam-ül-Mücahidin efendimizin mücahededeki azimlerini ve cesaretlerini nazar-ı im'ân ile, merakla ve dikkatle takip ettik. O sarsılmayan, zerre kadar fütur getirmeyen, talihin muvakkat ve makûs tecellilerinden yılmayan, uğradığı saygısızlıklar ve müşkülâta kafiyen ehemmiyet vermeyen büyük insanın, Habib-i Ekremin bu Peygamberane, bu müthiş, bu vakur iradesinin kaynağı ne olabilir? Hiç şüphesiz iman!
Kendilerine risalet ve h âtem-ül-enbiya payesini, ihsan buyuran kudretli Allahın, namütenahi gücüne ve iradesine inanmaktadır ki, nübüvvetini ilân ettiği vakitten, fani dünyaya verdiği son nefesine kadar onda zerre kadar bir sarsıntı ve tereddüt meydana getirmemiştir. Getirmediği için de muvaffak ol mu ştur. Onun, günün her dakika ve saniyesinde Cihanın dört köşesinden fasılasız arşa yükselen mübarek ismi ve hiç suikastdan sarsılmayan eseri, imanının mükâfatı olarak kadir-i mutIakın kendisine hir bahşâyisi değil midir?
Bundan dolay ıdır ki, Müslümanlığı tam mânasiyle idrak eden insanlar, din kardeşleri hakkında daima iman selâmeti niyazında bulunmuşlardır. Allahın kitabına ve büyük dine hulûs ile iman edenlerin sırtı yere gelmez. Öyle insanlar vardır ki, beş vakit namazlarında, oruçlarında kusurları ve ihmalleri görülmemiştir. Hac farizasını da yapmışlardır. Fakat onlardan bazılarının önlerinde dinimize, mukaddesatımıza, Peygamberimize, kitabımıza hürmetsizlik edildiği vakit onların taş kesildikleri, ağızlarından tek itiraz çıkmadığı, mukabelede bulunmadıkları da görülmüştür.
İnsan, namütenahi azamet ve vüs'atte, aklın ve idrakin ve havsalanın maverasında bir kudretin sahibi olan, kâinatın yaratıcısına kalbiyle inandığı gün, kendisini ateşe atmakta bile bir an tereddüt etmez.
Biz, b öyle halis bir inançla îslâmiyete sarıldığımız gün, bu din-ü mübinin bizden ne istediğini bir lâhza düşünürüz. O zaman her türlü sefil ihtiraslar ve arzulardan sıyrılmış olan idrakimiz; eşref-i mahlûkat olan insan cemiyetlerinden sulh ve selâmet ve kardeşlik tesis etmek, bir medeniyet, bir vahdet, bir tesanüt içinde yaşamak, terakki ve teali etmek istendiğinin farkına varır.
Evet M üslümanlık, isminden de anlaşılacağı üzere selâmet ve müsalemet dinidir. Terakki dinidir. Mesai ve gayret ve yükselme dinidir, insanları, adalet ve hak çerçevesi dahilinde çalışmağa, birbirine yardıma, birbirini sevmeğe, birbirine destek olmağa davet eden bir dindir. Cemiyet ve cemaat halinde yasamayı, kardeşlik ve tesanüt bağlariyle birbirlerine bağlanmayı emreden ilâhî bir müessesedir.
Cihad ı farz kılmış ve mücahedelere Allah nezdinde en büyük dereceyi tahsis buyurmuş olan Allah, bu cihadı, beşer cemiyetinin ve müminlerin selâmet ve devamlı saadeti için zarurî kılmıştır. Meselâ şimdi insan oğullarının, asrın medeniyetin akıllar durduran silâhlar icat etmesi ve idamei mevcudiyet etmek için daima silâhlı, talimli ve hazırlıklı bulunmaları hususunda sarfettikleri müthiş gayretlerin mânası bundan başka bir şey midir?
Şu varki: Müslümanlık âlemşümul bir medeniyet ve cihanşümul bir müsalemetin remzi ve sây-ü gayretin bir sembolü olduğu halde, onun muhteşem varlığını çekemeyen, onun istihdaf ettiği büyük gayeden ürken dalâlet erbabı, bu; terakkiyi emreden dini ve onun masum ve samimî mensuplarını en küçük bahane ve fırsatlarda irtica ile, gerilikle itham etmekten bir an geri kalmıyorlar.
Bu; husam ây-ı dinin haksız ve necabetsiz hücumları karsısında bizim mukabelesiz kalmaklığımız ve sahip olduğumuz azametli dini müdafaadan âciz olmaklığımız düşmanlara cesaret veriyor ve onları bu nâmeşru yolda yürümeğe teşvik ediyor. Bu da bizlere bir mesuliyet, bir vicdan azabı, bîr günah yüklemez mi?
* * *
İslâm tarihini ve îslâmın neşir ve tebliğ vazifesini nasıl yaptığım bir miktar gözden geçirdik. Eshabı kiramın ve müminlerin dâvalarına ne kadar candan inandıklarmı ve ne kadar samimî bir surette bağlandıklarını da gördük. O ihlâs ve o azim ve imanladır ki, Müslümanlık, hıristiyanlık gibi asırlar boyu yerinde saymamış, güneş gibi, yıldırım gibi bir anda yeryüzüne yayılmıştır.
T ürk tarihini, ta Alparslan'dan Selçuklardan, Osman oğullarından itibaren tetkik edelim. O bir avuç insanın kısa zamanda kazandıkları akıllar durduran zafer ve muvaffakiyetlerin sırrı ne idi? Hiç şüphesiz Müslümanlığın itilâl ve ona canla, yürekle bağlanmış olmak!..
Biz; bizi irticala itham eden, daha do ğrusu İslâmiyeti bir gerilik sembolü diye tavsif edenlere karşı şimdiye kadar ne yaptık? Hiç!
Din adamlar ımız, münevverlerimiz, muharrirlerimiz, müelliflerimiz niçin bu nokta üzerinde durmuyor. Niçin kanunlar -ve nizamlar çerçevesi içinde karşı tarafa hadlerini bildirmiyor?
Zengilerimizin bu d âvadaki hizmetleri nedir? O da hiç! Allahın geniş arazilerinden kendilerine bahşedilen nimetlerden ve servetlerden on binde bir fedakârlık yapmış olsalardı asırlar boyu Allah diye savaşmış ve son istiklâl savaşlarını Allah diye kazanmış olan bu milletin karşısına köpekler çıkıp havlayabilirler miydi? işte yukarıda bahsettiğimiz iman akidesinin o gibilerin ruhlarına nüfuz etmediğinin bir misali!..
İman ve ondan doğacak fedakârlık, gönlümüzün arzu ettiği gibi ruhlarımızda teessüs ve tecelli etmiş olsaydı, o zaman bu aziz milletin iç huzurunu bozan çatlak sesler yükselemez, düşman başları pervasızca havaya kalkamazdı.
Kalkmay ınca ne olurdu? İşte o zaman dedikodular ve fitneden yakasını sıyırmış olan bir millet sıfatiyle biz de kendimizi gerilikten, iptidailikten sıyırır, muasır medeniyete ayak uydurmağa çalışırdık.
Vaktiyle garbe ilim ve teknik tahsiline giden gen çlerimiz, orada şu cümleyi defaatle işitmişlerdir:
Din, terakkiye man îdir!
Bu s özün söylendiği garpta, bu bir hakikattir. Orada din; bütün tarihî vak'a ve ilmî delillerle sabittir ki terakkiye, mânidir. insan ruhuna bir atalet vermesi, Cenabı Hakkın insanlara lütuf ve ihsanı olan saymakla tükenmez dünya nimetlerine arkasmı çevirmek i'tizâl ve saire bütün bunlar insanların ilerilemesine, terakki etmesine bir mâni teşkil ediyordu, bunun i çin garbda din terakkiye manidir! sözü adetâ hakikattin bir ifadesi olmuştur.
Fakat yar ım yamalak tahsilli, kulaktan dolma ilim sahibi, basit insanlar şu mühim noktayı gözden ırak tutmuşlardır ki: İslâmiyette mes'ele tamamen ber akistir.
Tarih ve h âdiseler gösteriyor ki Müslüman milletler dinlerine ne kadar samimiyetle ve ciddiyetle sarılmış iseler o kadar terakki ve taalî etmişler, bu dinden ne kadar uzaklaşmışlarsa, işte o zaman irticaın, geriliğin kârına düşmüşlerdir.
M üslümanların ilimde, fende, matematikte, astronomide ve sair bilgi şubelerinde derecei kusvâya vardıkları zaman, garb iptidailik ve vahşet içinde yaşıyordu, bizden tam dörtyüz sene geride idi.
Fakat dinimizin m âna ve hikmetine arka çevirip de benliğimize aşağılık duyguların girdiği devirlerde Müslümanların başlarına ne belâlar geldiğini bilmeyen yoktur .
* * *
Bu kitab ı bitirirken son söz olarak şunları söylemek isterim ki, bugün milletler; iki dev müstesna olmak üzere, teker teker bir mâna ifade etmiyorlar.. Yirmi altı milyon Türk, altmış milyon Arab, milyarlar karşısında ne kemiyet teşkil eder?
Fakat iktisad î, ictimaî ve harsî faktörlerle birbirlerine dayanmış, birbirlerini tamamlamış, aralarındaki �düşman tarafından körüklenen � anlaşmazlıkları def-ü ref etmiş yediyüz elli milyon kitle; o kadar manalı, o kadar güçlü, o kadar muhteşem ve mes'ut ki, bunun hayali bile insanın ruhuna şevk ve gayret ve cesaret verir!
Yahudiler, şu on iki milyon insan bunu yapmış ve muvaffak olmuştur. Biz niçin yapmayalım! Hem bizim öyle insanları köle yapmak, beşeriyeti kendi emrimizde bir sürü gibi idare etmek iddiamız da yok! Biz, bir inananlar kardeşliğinin neşvesi v e saadeti pe şinde koşuyoruz. Menfaatimiz bunda, hayatiyetimiz ve istikbalimizin garantisi bundadır!
* * *
Allah' ın büyük kudreti Müslüman milletleri korusun ve birlik haline gelmeleri için sebepleri halk buyursun, âmin!..
Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti
- MEVZUA GIRMEDEN
- BASLARKEN
- Ashabin Kitlelesmesi
- Davetin Yürümesi
- Davete Karsi Mukavemet
- Islam Davetinin Siddetlenmesi
- Davet Devrelerinde Iki Safha
- Intisar Sahasinin Genislemesi
- Birinci Akabe Biati
- BEDIR GAZASI
- Bir Kabilenin Sürülmesi
- Dahili Karisikliklara Son
- Ahzap Cengi
- Hudeybiye Andlasması
- Hayber Cengi
- Mö'te Savasi
- Mekke'nin Zabti
- Huneyn Gazvesi
- Tebük Harbi
- Arabistanda Islam Hakimiyeti
- Islam Devletine Karsi Yahudiler
- Islam Hakimiyetinin Devami
- Islam idaresinin Iç Siyaseti
- Îslam Hakimiyetinin Dıs Siyaseti
- Tek Bir Medeniyet Dairesine..
- Zaafa Ugratan Sebebler
- Islam Devletinin Inhilali
- Misyonerlik Faaliyeti
- BUGÜNKÜ VAZIFEMIZ
- HÜLÂSA