Arabistanda Islam Hakimiyeti

îslâmm nuru, koyu karanlıklar ve zulmetler içinde Arab yarımadasında doğdu, bu güneşin ışıklan oradan bütün yeryü­züne yayıldı. Bu güneşin şuaları, uzun ve kasvetli gecelerin zifiri karanlıklarını yarmadan evvel yalnız Arab yarımadası değîl, bütün cihan vahşet, zulmet, zulüm ve kahır, cehalet ve ıstırap içinde yüzüyordu.. Arabistanda cehalet ve putperestlik almış yürümüştü. Efendimize vazifei nübüvet teveccüh edip, müslümanlığın neşir ve tamimi Allah tarafından emredilince ilk tebligat telkinat ve nazil olan âyetlerle bu dinü mübin yanlış terazi hileli tartı ve çeşitli ahlâksızlıklara, adaletsizliğe son çeken hükümlerle ümmeti muhammede iblâğ edilmekte idi. Büyük hakikatlerin ortaya atılması, beşer hayatına yeni isti­kamet veren, büyük ve cihanşümul medeniyetin umdelerini ih­tiva eden müslümanlık, bu satırlara kadar okuduğumuz tafsi­lattan da anlaşılacağı veçhile bin bîr zorluk, bin bir mâni ve çeşitli suikastlara maruz kalmış ve bunların cümlesi tafsilâtını gördüğümüz gibi iman kuvveti, ahlâk, cesaret ve fasılasız mü­cadelelerle bertaraf edilmiştir. Hiç şüphesiz ki ahır zaman Peygamberi, bütün bu zorlukları yenecek, Allahın hükmünü yürü­tecek ve bütün mânileri azimle, iradesiyle, cesaretiyle, dehasiyle ve imaniyle yok edecek bir hilkatte yaradılmıştı.

Evvel â Arab yarımadasında, sonra bütün cihanda maddi ve manevî bir islâm devleti ve hükümranlığı kuran Zat -ı risâlet-penahulul-azm bir Peygamberdir. Onun kurduğu devlet, ya sad ığı ve yaşattığı tarih, cihan medeniyetine kıyamete kadar kıymeti bakı hediye ettiği din kendisinin azametine, kudretine, ikdamına ve imanına sahiddir.

B ütün Arabistan şirk içinde yüzdüğü devirlerde tevhid sancağını kaldırmış, bütün bir cihan husumetle tek başına mü­cadele etmiştir. Yıldığı, ürktüğü, durakladığı, azminin sarsıldı­ğı dâvasından zerre kadar fedakârlık ettiği görülmemiştir. AIlahdan aldığı emiri yerine getirmek, islâm dinini yaymak. Kur'­an hükümlerini yürütmek ve medeniyeti muhammediyi neşir ve tamim etmek için çöllerde her kum zerresi karşısına dağ gibi dikilmiş fakat Peygamberimizin azmi ve onun nübüvet vekan Önünde kar gibi erimiş, onun Peygamberine sesini boğ­mak ve yeni doğan dini öldürmek isteyen düşmanları mahf ve perişan olmuşlardır.

Bedir harbinde te çhizat ve silâhları noksan ve kötü. sayıları az üçyüz müslümanın herşeyleri mükemmel bin kişi ile savaş­mağa mecbur oldukları vakit, Peygamberimizin dağ gibi, bir azim ve iman heykeli gibi düşman karşısına dikilmesi zaferin müminlere teveccüh etmesini mümkün kılmıştı.

îslâmın büyük Peygamberinin kısa zamanda hükmünü ci­hana yaydığı dinin bu sürat ve bu şekilde yayılması tesadüfün eseri değil, himmet ve iman gayretinin neticesidir. Huneyn harbinde düşmanların baskınları ve savletleri karşısında şaşıran ve gerileyen İslâm ordusu gayb ettiği maneviyatı, Fahri kâinatın sarsılmaz cesareti ve yerinde dini dik duran kahraman vaziyetinden ibret alarak düzeltmiştir.

İslâmiyetin, nur huzmeleri gibi yayılışında, bizatihi birer nur huzmesi olan Kur'an âyetlerinin insan ruhunda yaptığı te­sirler ve yarattığı furtunalar cidden mühimdir. Bu âyâtı keri­meden bazılarının lâfzan ve maalen tercümelerini aşağıya sı­ralamağı faydalı bulduk.

1 � Es-Saf suresinin altıncı âyeti bütün insanlara şu müjdeyi verir:

«Meryem oğlu îsa da bir zaman söyle demişti: Ey israil oğulları ben size Allahın Peygamberiyim. Benden evvelki Tev rat ı tasdik edici, benden sonra gelecek bîr Peygamberi de - kî ismi Ahmettir - müjdeleyici olarak geldim. Fakat o kendilerine açık açık beyyineler getirince bu, apaşikâr büyücüdür» dediler. Bu âyeti celilenin bütün diğer âyeti kerime gibi taşıdığı i'caz ve belagat insan ruhuna elektrik ceryanları gibi tesir et­mekte idi. Tercemeler ne kadar mükemmel olursa olsun, hatta arapça terceme ve tefsirlerin dahi Zatı kibriyaya mahsus ilâhi bir talâkat manzumesi olan âyetlere kat'iyyen benzemediği mu­hakkaktır. Şu kadar diye biliriz ki: Kur'an Kerim Arab lügati ve Arab cümleleriyle nazil olduğu halde bugüne kadar hiç bir Arabın bir tek âyetine nazire yapamadığı, onun ilâhi eser olduğunıın en kat'î delilidir.

2 � Şimdi yine Es - Saf suresinin sekizinci âyetini görelim. Cenabı Hak şöyle buyuruyor:

«Onlar ağızlariyle Allahın nurunu söndürmeğe yelteniyorlar. Halbuki Allah, kendi nurunu, kâfirler hoşlanmasalar dahi tamamlayıcıdır.»

3 � Seba' suresinin 28 inci âyetini aşağıya alıyoruz:

«Habibim , seni rahmetimizin müjdecisi, azabımızın haber­cisi ve bütün insanların Peygamberi olmaktan başka bir sıfatla göndermedik.' Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.»

B ütün bu âyetlerde müsahade ettiğimiz ilâhî belagat, talâ­kat ve i'câzdır ki yıldırın hıziyle insan ruhlarını istilâ etmiş, hükmünü yapmış ve kalpleri hakka küşâde, insanları iman nuruyla nurlandırmıştır.

Buna muvazi olarak Resul Ekrem'in de sahip bulunduklar ı yüksek ahlâk, fazilet, necabet, uluvvücenâb ve bunun gibi sayı­sız meziyetler Cenabı Hakkın kendisine tevdih buyurduğu Peygamberlik vazifesini yapmağa ve islâm dinini kıyamete kadar baki kılmağa hizmet etmiştir.

B ütün bu mütalaaları göz önüne alarak İslâm hakimiyetinin nasıl teessüs ettiğini takip edelim:

Teb ük gazasiyle Resul Ekrem haricî siyasetini tanzim et­miş, hududlarını emniyet altına almış ve düşmanlara kudreti­ni tanıttırmıştır. Bundan sonra Arab yarımadası haricindeki insanlar ı îslâma davet vazifesine başlamıştır. Tebük seferi biter bitmez Cenubda Yemen, Hadramut, Umman halkı müslümanlığı kabul ederek îslâm hükümranlığına baş eğmiştir. Hic­retin dokuzuncu yılında diğer bütün kabileler dairei İslama da­hil olarak bütün Arab yarımadası bir bütün halinde ve islâm devleti şeklinde tarih sahnesine çıkmış ve hükümranlık tamam­lanmıştır. Romalılarla olan hududlar da emniyet altına alın­mıştır.

Sultan Enbiya Hazreti Muham medin, bütün ebnâyi beşere hitap eden islâm dinine girmeleri için ecnebi hükümdarlara gönderdiği namei hümayunlarından bir danesini aşağıya alıyoruz:

«Bismillâhirrahmanirrahim. Roma imparatoruna.

Essel âm-ü menittehaalhüdâ

" Üzerimize vacib olandan sonra... Sizleri Islama çağırıyo­rum. Kabul edin. Cenabı Hak sizi iki taraflı mükâfatlandırır. Sizler bu islâmiyet davetinden istinkaf ederseniz halkınızın bütün günahları üzerinizde kalır. Ey kitap ehilleri! Sizin ve bizim için dahi en münasip olan dine geliniz. O da şudur: Yalnız Allaha iman etmek ona başka ortak tutmamak, diğerlerine Allah dememek. Ey kitap sahipleri! Sakın bu davetten çekinmeyiniz! Biz müslümanız, dinimize islâm denir.»

* * *

M üslümanlık Arab yarımadasında kökleştiği gibi onun zi­yası hududlardan taşmış, etrafa yayılmıştı. Bununla beraber, başlangıçta Arab yarımadasında tuhaf bir manzara hüküm, sürmekte idi. Bir yandan ekseriyeti teşkil eden müvahhitlerle, Putperestler yanyana yasamakta idiler. Gayri müslimler, enin­de sonunda bu nurun ziyasına katılmışlar ve müslüman cemi­yeti içinde kaynaşıp gitmişlerdir. Müslümanlığın bütün sema­vi kitapları kabul etmeleri, onların ibadet ve dinlerine hürmet etmelerine mukabil yahudiler daima dinimizi istihza ve istih­daf ile karşılamışlar ve islâm güneşi doğduğundan şu ana kadar düşmanlık ve husumetten bir zerre bile eksiltmemişlerdir. Bir kısım halkın putlara tapması, müminlerin putları kırması büyük bir tezad teşkil ediyordu. Buna son vermek zamanı geldi. Tebük savaşı sona erdikten sonra Hazreti Ebubekirin riyase­tinde müslümanlar hacca gidince tövbe suresi nazil oldu. Bu surenin şu âyeti büyük bir mâna taşıyordu:

«Allah ve Resulü tarafından haccı ekber günü bütün insan­lara beyan olunur kî: Allah ve Peygamber müşriklerden uzak­tır. Eğer tövbe ederseniz bu sizin için hayırlıdır. Yüz çevirsenizde, bilin ki Allahtn takdirini zayiflatamazsınız. Kâfirlere acıklı azabı bildir.»

Bu âyeti kerime nazil olunca Resulü Kibriya hemen Ebutalib oğlu Aliyi çağırarak Hazreti Ebubekirin nezdinde gönderdi ve şu talimatı verdi: Git hutbe ver ve tövbe suresini halka oku! Hazreti Ali, Minada halkı topladı, yanında Ebu Hüreyre vardı. Yüksek sesle şu âyetleri okudu:

«Allaha şirk koşanlardan andlaşmış olan kimselere veril­miş olan ahietlere Allah ve Resulü tarafından son verilmiştir.»

«Allaha ortak koşanların sizinle döğüstükleri gibi sizde on­ların cümlesiyle döğuşunuz. Allahın, kendisinden korkanlarla beraber olduğunu biliniz.»

Bu âyetlerin okunması bittikten sonra biraz duraklayarak, yüksek sesle şöyle bağırdı:

«Ey İnsanlar! Müslüman olmayan cennete giremez. Bu yıl­dan sonra müşrikler hac edemez ve kâbe etrafında çıplak dolaşamaz.»

O g ünden sonra hiç bir putperest hac etmemiş, hiç kimse çıplak olarak Kâbeyi tavaf etmemiştir. Bu hâl islâm dâvasının rasanetini ve islâm devletinin kökleştiğini gösteren en büyük misallerdir.

* * *

Resul Ekrem Medinede bulunduklar ı müddetçe müslümanlara imamet ve riyaset edip onların hakemliğini de ifa ederdi. Müslüman hakimiyeti tamamiyle teessüs ettikten sonra etrafın­daki bütün kabilelerle andlaşmalar yapılmış vilâyetlere vali­ler ve şehirlere beğler tayin edilmiştir. Peygamberimiz valileri tayin buyururken onlara vazifelerini hak ve adalet dahi­linde ifa » etmelerini ve bulundukları memleketin halkını hoş tutmalarını emir ederdi. Valileri memleketin eşrafından, iman­ları son derece kuvvetli ve samimî insanlardan seçerlerdi. Ay­rıca bu valileri, vazife mahalline göndermeden evvel imtihana tabi tutardı. Meselâ: Yemen'de vali gönderdiği Cebel oğlu Maaz'a söyle sormuşlardır:

� Halka ne ile hükmedeceksin?

� Allahın kitabiyle...

� Bulamaz isen?

� Peygamberin sünnetiyle...

� Yine bunda da bulamaz isen?

� İctihad ederim.

Cevab ını verdi. Peygamberimiz: «Benim sefirlerimi, Alla­hın ve Resulünün sevgilerini celbe muvaffak eden Allaha binleree hamdüsenalar olsun» diye şükürler etti.

Resul Ekrem Bahreyne vali olarak g önderdiği Seid oğlu Ebani'ye şu talimatı verdi:

«Halkı hoş tutmak hususundaki vasiyetimi yerine getir. ileri gelenleri saygı ile karşıla.»

Hazreti Peygamber valilerini çok güzide insanlardan se­çerdi. Onlardan halka rnüslümanlığı öğretmelerini, zekât ile diğer vergilerin tahsilini ve hazine mallarının muhafazasını is­tedi. Halkın iyilik hislerini okşamalarını, onlara Kur'an öğret­melerini, din anlayışlarını kuvvetlendirmelerini, haklı olanlara yumuşak, haksız olanlara karşı sert olmalarını, halk arasında nizamsızlık ve şûris olursa onu bastırmalarını ırk ve kabile dâ­valarının yasak edilmesini emrederdi. Allaha sirk koşulması­nın meni, ganimet mallarından beşde birinin beytülmale veril­mesi bu evamir cümlesindendir. Resul Ekrem; gönül nzasiyle Ve içten inanarak müslüman olan, ihtida eden insanların müslüman hukuk ve vecaibine sahip olduklarım beyan eder ve hıristiyanlık ve yahudilikte kalmak isteyenlerin serbest bırak­malarını emrederdi. Birgün Maaz'a söyle hitap buyurdular:

«Yanlarma gideceğin halk, kitap ehlidir. Onlara ilk söyle­yeceğin şey. Allaha ibadet etmeleridir. Allahı tamdıklarını gö­rür isek zenginlerden alır fakirlere veririz. Onlara, Allahın kendilerini zekât ile borçlu tuttuğunu söyle, dinlerlerse al, fa­kat mallarının en kıymetlisini almaktan sakın. Zulme uğrayanların bedduasından sakın. Zira, dualarda Allah ile insan arasın­da hâil yoktur.»

Bundan mada Pepgamber, baz ı vakitler mal tahsili için hususi memurlar da gönderdi. Nitekim her sene Revvaha oğ­lu Abdullahı meyvelerin tahmini için Haybere gönderirdi. Hayber yahudileri tahminin fazlalığından şikayet etmişlerdi. Ya­hudiler Revvaha oğluna rüşvet teklif etmişler, kadınlarının ziynet altunlarından bir çıkın içinde getirerek: Bu senin olsun, tahminini az tut demişlerdi. Revvaha oğlu Abdullah da buna kargılık:

«Ey Yahudiler cemaati! Sizler Allahın mahlukatı içinde sevmediklerîmizsinîz. Fakat bu tefret beni sîzlere zulmetmeğe sevketmez. Teklif ettiğiniz rüşvete gelince: O, en menfur ka­zançlardandır. Biz onu yiyemeyiz.»

Yahudiler bu hareket kar şısında; gökler ve yerler bu fera­gatle ayakta durur demişlerdir. Resul Ekrem valileri ve beğleri daima teftiş ettirir, kendisine getirilen haberleri dinlerdi. Bahreyn valisi hakkında Kays kabilesi tarafından vaki olan şikayet üzerine kendisini azletmiştir. Peygamberimizin devlet idaresindeki hassasiyeti şayan dikkattir. Valileriyle sıkı hesap görür, onların varidat ve masraflarını inceden inceye tetkik ederdi. Bir kere, zekât tahsili için birini memur etti, tahsilat sonunda bu memur hesap verdi ve getirdiği mallardan; bu si­zin, bu da benimdir, bana verilen hediyelerdir dedi. Bunun üzerine Resul Ekrem söyle buyurdu. Allahın bizi borçlu tut­tuğu vazifelerde çalıştırdığımız kimselerde ne oluyor ki ba sizindir, bu da bana hediye edilmiştir demektedir. İnsan kendi atasının, babasının evinde oturduğu vakit kimse ona durup dururken hediye getirir mi? Bizim bir işe çalıştırdığımız ve karşılığını verdiğimiz kimsenin hakkından fazla birsey alması hırsızlıktır buyurdular.

Peygamber i çtimaî ve islâmî nizama son derece riayet eder­di. Birgün Maaz'ın namazı uzatmasından Yemen halkı şikâyet etmiş ve Resulallah da onu tekdir etmiş, halka imamet eden­lerin namazı uzatmamalarım emretmiştir.

Resul Ekrem halk ın adalet işlerini yürütmek için kadılar tayin ederdi. Nitekim Ebutalib oğlu Ali'yi Yemen'e kadı gön­derdiği gibi Nevfel oğlu Abdullahı da Medine kadısı tayin et­miştir. Cebel oğlu Maaz ile Ebu Musa El'eş'ariyi Yemen kadı­lıklarına gönderdiği zaman ikisine de; ne ile hükmedeceksiniz diye sormuştur. Her ikisi de cevap olarak Kur'an ve sünnetle orada bulamazsak kıyâsla cevabını vermişler. Resul Ekrem de bu cevaptan memnun kalmışlardır.

B ütün bunlardan anlaşılıyor ki islâmm büyük Peygamberi, kurduğu devlet ve medeniyet de hükümet ile halk arasındaki münasebetleri en ince teferruatına kadar takip ederlerdi.

Bundan mada Resul Ekrem halk ın işlerini tedvir için daire müdürleri demek olan kâtipler tayin ve istihdam ederdi. Hazreti Ali anlaşmalar ve uzlaşmalar kâtibi idi. Elhâris mühürdar idi. Ebu Fatma oğlu da ganimetler kâtibi idi. Bunlardan başka Hicaz meyvelerinin tadadı ve diğer vergilerin tahsili, alacak ve verecekler, ticaret anlaşmaları ve kırallarla muhabere için kâ­tipler tayin eder ve onlarla meşvereden hoşlanırdı. Kendisinin, doğru görüşlü, ferasetli insanlardan on dört müşaviri vardı. Bunlardan yedisi ensardan, yedisi muhacirlerdendi. Haraza, Ebubekir, Cafer, Ömer, Ali, Ibni Mes'ud, Süleyman, îmâr. Huzeyfe. Ebuzer. Mikdat, Bilâl belli başlı müşavirlerdendi. Bu müşavirlerden başkalarına da danıştıkları olurdu. Peygamber tarlalara, meyvelere ve hayvanlara vergiler koymuştur. Bunlarda zekât, aşar ve harb kazançları vergileriyle gayri müslimlerin, arazi, haraç ve cizye vergileri idi. Zekât. Kur'anda göste­rilen sekiz türlü kimselere dağıtılır, bu vergiden başkalarına bir şey verilmezdi. Zekâttan devlet masraflarına da sarfedilmezdi. Savaş ganimetleri ve gayri müslimlerden alınan arazi ve şahsi vergiler devletin idaresine ve ordu masraflarına kâfi gelirdi. Devlet kendisini fazla mala muhtaç göremiyordu. işte Peygamberimiz devlet cihazını bu suretle kurmuş ve hayatı müddet ince bu teşkilâtı ikmal ve itmam etmişti. O suretle ki islâm devletinin reisi, muavinleri, valileri, kadısı, ordusu, daire müdürleri ve müşavere meclisi vardı.

Peygamberimizin kurdu ğu bu hükümet şekil ve vazife iti­bariyle bütün müslümanlar için bir örnek teşkil eder. Peygam­berimiz Medinede hayatının sonuna kadar islâm devlet ve hü­kümet reisi olarak vazife görmüştür. Hazreti Ebubekir ile Hazreti Ömer kendilerinin yardımcıları idi.