Türk'ün Basarilari ve Hainler

Köyde büyük heyecan var. ingilizler adım adım buralara yaklaşıyor, Türkler'de var kuvvetiyle müdafaaya hazırlanıyorlarmış. Köyümüzün genç, ihtiyar, erkek, kadın bütün in­sanları cephe gerilerinde cirit oynuyorlar, geleni, gideni ve bütün gördüklerini Sara ablaya yetiştiriyorlar. Askerlere ka­ğıt, zarf ve kırtasiye satmak için birliklerin haremine kadar sokulan ırkdaşlarımız öyle malûmat topluyorlar ki... Fakat bu Türkler ne kadar saf insanlar!.. Gözleri ileride düşman gö­zetliyor, halbuki düşman onların koynunda, haberleri yok. Bu dikkatsizliğin sırrını çözdüm ben... Bu millet gayet asil ve civanmert. Dayım; bir Türk masalı söylemişti geçen gün: Bir kahvenin kırk yıllık hakkı olurmuş, Öyleya, bize toprak, bize yurt, bize yuva veren bir millet aleyhine çalışacağımızı böyle adamların havsalası almıyor, onun için bu kadar lâkayd ve ihtiyatsızlar!.. Günah kimin? Artık ötesini kafam çözemiyor.

* * *

Moze topladığı malûmatı Sara ablaya yetiştirdi.

Ramle'den gelen bir bölük ve onun başındaki genç zâlim, merhametsiz, hırçın bir subay "Yafa" şehrini bir günde boşalttı.[10] Bu genç zabitin ırkdaşlarımız hakkında en ufak bir merhamet hissi beslemediği söyleniyor. Dindaşlarımız lâyikiyle eşya ve mallarını almağa, vesaid tedarik etmeğe vakit bulmadan öy­le hoyratça evlerinden atılmışlar ki; Ya, bu herifi bizim başı­mıza da musallat ederlerse o zaman biz ne yapabiliriz? Bunu düşündükçe üzerime yüklenen vazifenin haklı bir vatan va­zifesi olduğuna inanıyorum.

Bundan başka buraların da tahliyesini emrederlerse biz nereye gidebiliriz. Geriler tıklım tıklım ve şehirler halkı aç. Bütün bunlar bizi, Türkler'in bütün bu topraklardan çekilme­si için çalışmağa sevk etmez mi? Bu cihetten şimdi biraz müsterihim.

* * *

Yukarıdan bir sürü asker geliyor. Mozez; İstanbul'dan ve İzmir'den de taze kıtalar geldiğini ve hatta Galicya Cephesi'nde harp etmiş, tecrübeli birliklerin de üst üste yığıldıkla­rını bildiriyor. Bi'resseb'ya da Türkler yığılmışlar ve dün in­giliz tayyareleri orasını şiddetle bombardıman etmiş. Bütün bunlar bize, tehlike içinde olduğumuzu gösteriyor. Fakat ci­varımızdan geçen Türk kıtalarından en ufak kötü bir mua­mele bir hushumet görmedik doğrusu!.. Aksine kibar ve asıl bir millet vesselam!.

. Gazze ve El'ariş arasında iki ordu karşılıklı toplanıyor. Ergeç büyük bir mücadeleye şahid olacağız. Bakalım netice ne olacak. Yafa'yı boşaltan ırkdaşlarımızdan muhtaç ve kimse­siz on kişiyi köyümüze yerleştirdik, diğer otuz kişilik kafile Câuna'ya gittiler. Biz onların istirahatlerini ve ihtiyaçlarını temin ettik yaralarına merhem olduk, teselli buldular. Bunlar için Roçild'in vekili para gönderecek! Onlara ev yapacağız ve arazi satın alacağız. Köyümüz genişliyor, halkı çoğalıyor. Şu var ki; bir türlü huzur ve emniyet içinde değiliz. Babam ve bizim köyün büyükleri, taşkın Siyonistler cezbe halindeler. Türkler buradan çekilecek ve İngilizler buralarını bize terk edecekler diye!.. Peki ama iki mühim nokta bu cezbe ha­lindeki insanların gözünden kaçıyor. bunlardan biri: İngiliz­lerin sözüne inanılır mı? Ülkesinde Güneşin batmamasiyle iftihar eden bu millet burasını ele geçirirse kolay kolay bize terk eder, buyurun güle güle oturunuz der mi? Ama biz on­lara bütün varlığımızla kavim, kabile yardım ediyoruz. Er­keklerimiz masum, mert ve erkek Türk ordusunun gerilerin­de, her türlü tehlikeleri göze alarak onlara sıcağı sıcağına ha­ber yetiştiriyor. En hurda malûmatı topluyor, onlara takdim ediyoruz. Türkler bunu bir sezecek olurlarsa en ufak ceza: Ölüm! Kız olarak ben, bütün güzelliğimi, aşkımı, istikbalimi, herşeyimi davaya adadım. Bütün tabii haklarımı büyük David saltanatı hülyasına feda ettim. Acaba netice yine üç bin yıldır elde edilen neticenin aynı mı olacak? Kim bilir, kendi­mi bir sete kaptırmış, gidiyorum, öyle bir gidiş kî belki bu­nun dönüşü olmayacak...

* * *

Lübnan'daki fırka ile Suriye'de toplanan bütün ihtiyat kuvvetleri ve İstanbul'dan gelen tekmil İmdat kuvvetleri Gazze'ye doğru ilerliyor. Bizim erkeklerimizde çeşitli şekil­lerde, tıbkı dost gibi, zararsız bir unsur gibi peşlerinde!.. Ne saf millet!.. Bizden bir şey ummuyorlar.

Dün akşam taze ve henüz harbe girmemiş bir alay köyü­müzden geçti. Subayları bir kaç dakika kahveye uğrayıp bi­rer fincan kahve içtiler. Alayın kumandam, Hürkül gibi bir binbaşı, ne adını, ne de numarasını Öğrenemedik. Sadece ku­mandanının İzmirli olduğunu öğrendik. Sara Abla bizden haber bekliyor, görebildiklerimizi, duyabildiklerimizi saati saatine yetiştiriyoruz.

Top sesleri, acı acı kulaklarımıza geliyor. Uzaklardan ak­seden bu sesierin dehşetini ve o toplara hedef olan insanların halini düşündükçe iliklerime kadar titriyor, ürperiyorum. Bu yetmiyormuş gibi bizim de, bu memleketin sahipleri aleyhi­ne sarfettiğimiz gayretler vicdanımı eziyor ruhumu öldürü­yor ve beni öyle müthiş bir mânevi işkenceye sokuyorki... Bir ey diyemem, asırlarca dindaşlarımız sürgünden, sürgüne; firardan, firara; esaretten, esarete; duçar oldular, yollarından dönmediler. Bu kadar ısrar ve mücadelenin elbette bir mana­sı vardı.

Gazze ile El'ariş arasında müthiş bir muharebenin başla­dığı haber alınıyor. Gazzede Alman, Avusturya ve Macaris­tan topçuları da varmış. Devamlı gök gürültüleri içinde yaşı­yoruz, asabım bozuldu. İngiliz Ordusunun en az iki misli kuvvetli, silâh ve cephanece çok üstün olduğu söyleniyor. Bütün bunlara, şu gördüğümüz kuzu gibi sakin insanlar kar­şı koyacak, hayret!

Geçen gece Elza anlatıyordu: Şu gördüğünüz sakin ve va­kur insanlar yok mu, işte bunlar Asya'nın göbeğinden bir sıç­rayışta, Viyana önlerinde soluk alan, denizler aşan, italya'ya kadar uzanan, Afrika'yı baştan başa feth eden ve bayrakları­nı yer yüzünün üç kıtasında dalgalandıran bir millettir. Sükûneti asaletinden ve müsamahakârlığı azametinden do­ğuyor. Fakat bu sakin milletin gayzı ve nefreti de o derecede müthiştir, ihtiyatlı olalım...

İçime müthiş korkular çöküyor, geceleri uyuyamıyorum, gündüzleri bir yerde duramıyorum. Sara Abla mütemadiyen bize cesaret mesajları gönderiyor. Aron'dan hergün haberler geliyor. Bütün İsrail oğulları hazır ve ayakta!.. Allah sonunu hayır eyleye...

* * *

Büyük muharebe patladı. Bizimkiler, Türkler'in bu mithiş kuvvet karşısında çekilmeğe mecbur olacaklarım söylüyor­lar. Arap köylüleri aksini... Civardaki köylerin Arap kadınları toplanarak zafer neşideleri okuyor ve ellerinde ne varsa cephe gerilerindeki hastahenelere taşıyorlar. Meyveler, yo­ğurtlar, desti desti su, yün yataklar, yorganlar, herşeyi, herşeyi...

* * *

Harbi Türkler kazandı. Bu bir meydan muharebesi idi. in­gilizlerin o korkunç topları, o mükemmel ordusu, dev gibi atlara binmiş süvarileri, er meydanında Türkün sırtını yere getiremedi ve yüzgeri dönüp gitti. Bizde donup kaldık. Şu koca ingiliz ordusunu paçavra gibi geri atan, mağlup eden işte o sessiz, sakin, terbiyeli, kuzu gibi adamlar. İnsanları an­lamak ne müşkül!..

Köyümüzün ilerisinde seyyar bir harb hastanesi kuruldu, bütün köylüler yatak ve yorgan yardımı yaptıkları halde biz­den bir çöp bile veren olmadı. Şuna dikkat ettim ki, onlarda bizden bir şey istemedi. Demek ki tenezzül etmediler, bize inanmadılar. Başkumandan Cemal Paşa'nm gayet gaddar ve merhametsiz ve üstelik de yahudilerin düşmanı olduğu söy­leniyor. O, Yafa'nın boşaltılması ve Taberiye'deki yahudilere yapılan muamele hiç te hoş bir alâmet değil.. Şimdi bir de ingilizlerin bütün bütün mağlûp olup buralardan çekildikle­rini bir düşününüz, o zaman bu adamlardan biri haydi defo­lun deyip de bizi palas pandıras buralardan sürerse o zaman vay halimize!.. O zaman Polonya'daki rutubetli ev, küflü dükkhan, sefil hayat da bizim için bir hayal olur.

Gelen haberlerden Türkler'in zaferlerinin kat'î ve muaz­zam olduğunu öğreniyoruz. Ama köyümüzden geçen yaralı kafileler ve onların başındaki kumandanlarda hiç de zafer gururu gözükmüyor. Yine eski sakin ve vakur halleri devam ediyor.

Mozez diyor ki:

" Siz birinci savaşa bakmayınız bu; İngilizlerin Türkleri bir yoklaması idi. Noksanlarım bir tamamlasınlar da görü­nüz, bir hamlede Kudüs ve ondan sonra soluğu Şam'da alır­lar. Belki de İngilizler harbi mahsus kaybettiler, bu da bir plân olabilir, bizim askerlik işine aklımız ermez, vazifeleri­mizi yapmağa devam edelim."

Artık baharla yaz arasında bir mevsim yaşıyoruz. Mayıs'da bizim görmediğimiz alışımadığımız bir yaz, bir sıcak mevsim. Ekinler oldu, biçiyorlar. Meyveler, bademler, üzüm­ler kemale geliyor. Fakat bütün bu nimetlerin zevkini süre­cek huzurdan mahrumuz. Bir yanda top gürültüleri, bir yan­da binlerce yaralının geçit resmi ve görmediğimiz binlerce insanın ölümü ve kulaklarımız tıkadığımız ahu figanlar ve bizim bunlarakarşı lâkaydımız hissizliğimiz ve nankörlüğü­müz.

Belki bir gün gelecek bu yazıları okuyanlar diyecekler ki: Bir insan hakikatleri bu kadar berrak bir şekilde görür, aley­hinde çalıştığı milletin alicenablığını ve mertliğini gözleriyle bizzat müşahade eder de, nasıl olur da tabiatın ve vicdanının ters istikametinde yürümeğe devam eder? Bu istifhamı ben çözemedim, benden sonrakiler de çözemeyecek, geriye kalan sadece şu cümle:

Büyük ve uçsuz bucaksız İsrail devletî: Hududları Nil'den Fırat'a kadar uzanan muhteşem imparatorluğu­muz!...[11]

Kimbilir, belki...

* * *

İki gündür ortalık yeniden sarsıldı. 1917 Mayıs ayına böy­le sarsıla, sarsık geldik. Top sesleri şiddetlendi yeni bir harb başladı. Öylesine şiddetli, öylesine şiddetli, öylesine müthiş bir harb ki!.. Şiddetini buralardan duyuyor, dehşetini buralardan hissediyoruz. Kıyasıya bir doğuş. Köyümüzden ve ci­vardan geçen yardımcı askerlerin gidişatına, çatılmış kaşları­na, insanda hayret uyandıran soğuk kanlılıklarına bakıyo­rum da bunu tıpkı büyük fırtınalara takaddüm eden sessizli­ğe benzetiyorum. Top sesleri bütün hıncıyla, bütün gürültü­sü ile tepemizden patlıyor gibi... Bunun karşısında insanlar nasıl dayanıyorlar, zor şey doğrusu. İşin fenası bizim işledi­ğimiz çifte cinayetler değil mi?

Gelen haberler karışık, kimisi Türkler'in, kimisi de İngilizler'in harbi kazandığını söylüyor. Anlaşılan henüz kat'î bir netice alınmamış.

Fakat gece yarısı köye gelen Kempinski acı bir haber ge­tirdi. Türkler kafi bir zafer daha kazanmış ve ingilizleri boz­guna uğratmışlar!.. Arap köylüleri de böyle söylüyorlar, top seslerinin azaldığı ve Türklerin yerinde kaldıklarına göre bu haber doğru... Ne karanlık bir hayat, ne karanlık!...

Mozez bir vecize daha yumurtladı: Son gülen tam gülermiş... Ya son ağlayan, bundan hiç bahsetmedi, galiba son ağ­layış bir ölüm feryadı, bir matem ağlayışı olacak!.. Ama ki­min?!... O daha belli değil...

* * *

Türkler üst üste iki büyük meydan muharebesi kazandılar.Avrupalı müttefikleri diğer cephelerde böyle zaferler ka­zanırlarsa ve büyük İngiltere ile müttefikleri harbi kaybeder­se o zaman binlerce yıl süren intizarlar, ümitlere, hayallere, hülyalara ebediyen veda etmiş olacağız. Ne korkunç bir vazi­yet!..

Ortalık sıcaktan cayır cayır yanıyor. Bu gece bir İngiliz si­hirli silahı bütün Gazze ovasını korkunç bir dehşete boğdu. Kurşun işlemez, dere, tepe dinlemez bir motor. Türk siperle­rini çiğneyecek ortalığa korku saça çakmış...[12] Türkler bunun karşısında acze düşecek korkudan teslim olacak zannediyor­duk. Bir de ne işitelim: Bu korkunç motor, tam bir Türk sipe­rinin üzerine geldiği zaman, Türk topçusunun bir tek mermi­siyle param parça edilmez mi? Hayret... Gecelerin zifiri ka­ranlığında, göz gözü görmezken bu Türk topçusunun bu muvaffakiyeti ne ile izah edilebilir. Şimdi bu aleti ellerine ge­çiren Türkler muhakkak ki; onun sırrrını çözecek ve benzeri­ni mutlaka yapacaklar, buda ayrı bir facia!..

Bu facialarla, hayallerle, kanla, ümitle, dikenle dolu yol­larda, bu mânevi bataklıklarda biz daha ne zamana kadar yürüyeceğiz. Yoksa bu yol bizi cehenneme mi, yahud uçsuz, bucaksız uçrumlara mı götürecek. Hiç birşey bilmiyorum, hiç birşey...

Bugün yeni ve hepsinden müthiş bir kara haber!.. Sara Ablayı Türkler yakalamışlar. Şu, hiç bir şeyden habersiz gibi görünen, sakin yüzlerinde ve masum simalarınada hangi ma­naların gizli olduğunu bilinmeyen Türkler!.. Moze diyor ki: Sara Ablayı öyle döğmüşler, öyle işkenceler yapmışlar ki ka­dının bunlara nasıl tahammül ettiğine şaşmamak mümkün değil! Türkler zavallıyı çini çıplak ederek vücûdunu kamçı darbeleriyle delik deşik etmişler ve sonunda zavallı tabancasiyle intihar ederek bu işkenceden kendisini kurtarmıştır.[13]

Zamarin'de aziz ırkdaşlanmız Josef Tobin ile Naman Bolkent de yakayı ele vermişler, akıbetleri kötü. Safed'de bir çok ırkdaşımız yakalanarak ordu karargâhına sevk edil­mişler. Demek ki, uyur gezer gibi zannettiğimiz bu insanlar hiç de o kadar lâkayd ve uykuda insanlar değilmişler!..

Bu haberleri aldıktan ve manasız konferansları dinledik­ten sonra kendi halimi bir düşünüyorum ve iliklerime kadar titriyorum. Korkuyorum. İşlediğimiz cinayetler meydanda, birgün bizi el ense ederlerse kendimi nasıl müdafaa edebili­rim. Hangi meşru sebep, hangi mâkul mukadderat beni Sara Abla'nın âkibetinden kurtarır. Siyonizm ve büyük İsrail ve David saltanatı heyhat! Heyhat!

Bu uğurda binlerce senedir, kaç bin kurban verdik, kaç bin felâkete katlandık. Asırlar boyu iklimden iklime diyar­dan diyara sürüldük, itildik, kakıldık. İnsanların nefret ve kinlerini üzerimize topladık. Firarlar, sürgünler, pogramlar bizim günlük hayatımız oldu. Hiç birşey bizi yolumuzdan alıkoymadı. Hiç bir ders bize kâr etmedi. Musibetler, facialar, felâketler, hakaretler bizi adam etmedi. İçime fena hisler doluyor. Anamın ve hele babamın tazyiki, hahamların telkini, talmut... Bütün bunlar irademi öldürdü. Bir saman çöpü gibi kendimi akıntıya kaptırmış gidiyorum. Viladimir'in aşkı öldü. Halet yüzüme bile bakmadı.

Adnan kibar, asil ve zarif çocuk!.. O kadar da saf ve te­miz. Ben onu bütün kalbimle seviyorum o da beni seviyor. Şu mutaassıp, kaba, ruhsuz insanlar olmasa ben bu çocukla evlenir ve Dünya'nın en mes'ud insanı olabilirdim.

Öyle korkunç ve kirli bir aşk içindeyim ki; ruhumla his­sim birbirine zıd hisler ve hareketler halinde... Bir insan bü­tün kalbiyle sevdiği, güzel, yakışıklı, asil bir gencin ve onun mensup olduğu cemiyetin canına kasdeder mi?

Şuna inanıyorum ki; Adnan bu saf güzel delikanlı beni sa­mimiyetle seviyor. O, hiç ötekilere benzemiyor. Mahcup ve görgülü bir insan!.. Onun uzun parmaklı beaz, yumuşak elle­ri vücudumda dolaşırken bir yandan içim titriyor bir yandan da cehennem zebanisi gibi arkamda, kapkara, kop korkunç birer heyulanın bulunduğunu düşünüyor, bu defa da korku­dan titriyorum. Hakikatte ve görünüşte iki yüzlü bir oyun oynamaktayım. İçime sorsalar ve onu okuyabilseler orada saf ve masum bir aşk görülür. Bu tezatlardan ben değil be­nim kötü talihim ve o nisbette kötü ruhlu olan babam ve anam mes'uldürler. Beni onlar bu uçuruma sürüklüyorlar. Ne aşkım, ne güzelliğim, ne gençliğim bu kayışa firen olamı­yor ve ben hangi korkunç akibete yuvarlandığımı tam manasiyle hissediyorum. Bu bir hiss-i kablelvuku!.. Ve içimdeki o korkunç ses haykırıyor:

"- Suzy! Cezanı çekeceksin! Aşklarınla, hiyanetlerinle birlikte gömüleceksin!.."

* * *

Evet aziz okuyucu, bu genç yahudi casusu, bu güzel kız, henüz tazeliğinin sihrini muhafaza eden dolgun göğsüne do­kuz kurşun yedi ve bu facia perdesi Öyle kapandı...