Yeşil Kuş
Yeşil Kuş
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir padişahın güzel bir kızı varmış. Günlerden bir gün, zengin bir adamın oğlu padişahtan kızını istemiş. Her iki taraf iyice görüşüp konuştuktan sonra, padişah, zengin adamın oğlunu damatlığa kabul etmiş.
Bir zaman sonra kırk gün, kırk gece düğün yapılmış, iki genç evlenmiş. Evlendikleri gece, delikanlı kızın kendisini sevip sevmediğini anlamak için bir deneme yapmış: Bir altın tabağın içinde beyaz üzüm, bir gümüş tabağın içine de kara üzüm koyarak, karısına demiş ki:
- Ey padişah kızı, söyle bakalım, bu üzümlerin hangisi tabağına uygun düştü?
Hiç beklemediği bir soru ile karşılaşan padişah kızı, tabaklara şöyle bir baktıktan sonra:
- Gümüş tabak içinde kara üzüm daha güzel görünüyor, cevabını vermiş.
Delikanlı bu cevabı beklemediği için birden köpürmüş:
- Demek sen beni değil, kapımdaki Arap uşağı sevdin ha!
Kocasının bu sözü karşısında şaşkına dönen kız, kendisini haklı olarak savunmaya hazırlanırken, daha fena bir şeyle karşılaşmış. Kocası eline geçirdiği bir sopa İle üzerine doğru geliyormuş. Kendini korumak için odanın bir köşesine kaçmışsa da delikanlı hemen arkasından yetişerek onu yakalamış, dövmeye başlamış. Tam kırk sopa vurarak zavallı kızı adeta hasta etmiş.
Bir gün böyle, iki gün böyle… Kırk gündür kız, kocasından sopa yiyormuş.
.
Biz bırakalım onları bu hâllerinde…
O civarda fakir bir kocakarının bir oğlu varmış. Oğlan bir gün kazandığı para ile bir top bez alıp anasına getirerek:
- Ana, demiş, bu bezden bana birkaç tane gömlek yap. Ama gömlekleri hiç tasası olmayan bir insana kestir ki ben de hiç tasa çekmeden onları sırtıma giyebileyim…
Kadıncağız düşünmeye başlamış. Acaba komşular arasında tasasız kim var ki? Çok geçmeden, buldum diye sevinerek oğluna koşmuş:
- Daha geçenlerde evlenen padişah kızı var, demiş. Ondan tasasız kim olabilir ki? Ben hemen ona gidiyorum oğul!
Oğlan:
- İyi buldun ana, demiş, hem padişah kızı hem de zengin bir eve gelin gitti. Elbette ondan tasasız kimse bulamayız.
Kadın hazırlanmış. Koltuğuna bir top bezi alarak yola çıkmış. Sevinerek girmeye başlamış. Çok geçmeden zengin adamın köşküne varmış.
Kapıyı hizmetçiler açmış. O sırada adam evde olmadığı için kadını gelinin yanına çıkarmışlar.
Yediği dayaklardan her tarafı çürük içinde kalan, kemiklerinin sızısından yerinde güç oturabilen kız, hâlini belli etmemeye çalışarak:
- Buyurun teyzeciğim, demiş. Bir dileğiniz mi var?
Kocakarı, padişah kızının kendisini güler yüzle karşıladığını görünce içi ferahlamış, konuşmaya başlamış:
- Ah evladım, sakın seni böyle sabah sabah rahatsız ettiğim için gücenme. Benim bir oğlum var. Kazandığı para ile şu bir top bezi alıp gelmiş, gömlek istiyor. Ama tasasız bir kimseye kestir de ben de tasasız giyeyim diyor. Düşündüm, taşındım sizden daha tasasız kim olabilir? Bezi alıp geldim… Güzel ellerinizle oğluma birkaç gömlek keserseniz memnun olurum.
Kocakarının sözlerini dikkatle dinleyen kız, kendi kendine şöyle bir düşündükten sonra:
- Teyzeciğim, demiş, dünyada tasasız insan yoktur ki ben de tasasız olayım? Sana ben tasamı anlatmaya başlasam, inanmazsın! Onun için bu gece benim misafirim ol, seni o-damdaki dolapta saklayayım. Benim ne büyük tasam olduğunu o zaman anlarsın!
Kocakarı, padişah kızının da tasası olduğunu öğrenince, ne diyeceğini bilememiş. O gece orada kalıp kızın tasasını öğrenmeye karar vermiş.
Kız, misafirine yemek yedirdikten sonra, onu kimseye göstermeden odasındaki dolapların en büyüğüne saklamış.
Akşam olunca, zengin adamın oğlu gelmiş:
- Sen beni sevmedin de kapımdaki Arap uşağı sevdin ha, diyerek elindeki sopa ile kızı dövmeye başlamış. Kırk sopa vurduktan sonra çıkıp gitmiş.
Zavallı kızın bağırmasına, inlemesine dayanamayan kocakarı, dolaptan çıkarak kızın vücuduna ilaç sürmüş. Sabaha kadar onun acısını paylaşmış. Gün ışırken, bezini koltuğuna aldığı gibi kestirmeden evine dönmüş.
Annesini merak eden oğlan:
- Nerede kaldın ana, demiş. Kocakarı gördüklerini bir bir oğluna anlatmış. Oğlan da padişah kızının tasasına üzülmüş. Anasına demiş ki:
- Ana, ben eski gömlekle gezsem de olur ama padişah kızını tasadan kurtarmak lazım! Şimdi sen ona git, kocası bu akşam gene onu dövmeye gelince “Ne seni seviyorum ne de Arap uşağı, yeşil kuşların dedesini seviyorum.” desin. Adam evden çıkarak yeşil kuşların dedesini aramaya gider. Kız ondan sonra kurtulacak, üzülmesin…
Kocakarı, oğlundan bu aklı alınca hiç beklemeden yola çıkıp padişah kızının yanına gitmiş, oğlundan öğrendiklerini ona tekrar etmiş. Sonra evine dönmüş.
Akşam olunca, adam yine gelmiş. Karısını dövmeye hazırlanırken, o:
- Ne seni seviyorum ne de Arap uşağı demiş. Ben yeşil kuşların dedesini seviyorum…
Kız böyle deyince adam duraklamış. Yeşil kuşların dedesi acaba nerede? Gidip onu bulayım diye düşünerek yola çıkmış.
Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Altı ay bir güz gitmiş, bir çayıra varmış. Orada kocaman bir konak görmüş. Yanına giderek uşaklarla konuşmuş. Atını bir ahıra bağlayarak yukarıya çıkmış. Önüne bir kapı gelmiş. Biraz sonra kapı kendi kendine açılınca kendisini büyük bir odada bulmuş. Burası odadan çok hiç kimsenin girmediği bir orman ortasında bir bahçeye benziyormuş. Her tarafta ağaçlar, çiçekler, çalılar varmış. Her ağacın dallarında, her çiçeğin üstünde, her çalının dibinde birçok, hem de pek güzel yeşil kuş varmış. Odanın en sonunda bir ağaç kovuğunda da uzun beyaz sakallı bir ihtiyar oturuyor, kuşlara bir şeyler öğretiyormuş.
Delikanlı, selam verip yürümeye başlamış. Yeşil kuşların dedesi, delikanlının selamını alarak yer göstermiş.
Yeşil kuşların dedesi:
- Söyle bakalım evlat, demiş. Buralarda işin ne senin?
İhtiyar, gelen misafire böyle seslenince, kuşların hepsi susup yeni gelene bakmışlar. Onun vereceği cevabı beklemişler.
Delikanlı, derdini anlatmaya başlamış:
- Ben bir padişah kızı ile evlendim. Evlendiğimiz gece bir altın tabağa beyaz üzüm, bir gümüş tabağa da siyah üzüm koyarak bunların hangisi uygun düştü diye sordum. Gümüş tabağa siyah üzüm daha uygun demesin mi? O zaman anladım ki bu kız beni değil kapımdaki Arap uşağı seviyor. Ben de ona her gün kırk deynek vurmaya başladım. Kırk gündür hep böyle dövmekteyim…
Son günü bana:
“Ne seni seviyorum ne de Arap uşağı, ben yeşil kuşların dedesini seviyorum.” dedi.
Ben de onun için seni almaya geldim, demiş. Yeşil kuşların dedesi:
- Oğlum, demiş. Daha söyleyeceğin var mı? Delikanlı:
- Hayır, demiş. Bu kadar… Bu sefer dede:
- Oğlum, sen haksızsın, demiş. Karının hiç kabahati yok. Sen fikrini sormuşsun o da söylemiş. Onun sözünden fena mana çıkmaz ki… Hem senin karın gül gibi bîr kadındır. O-nun kıymetini bilmemişsin. Bak ben sana başımdan geçenleri anlatayım da o zaman dünyada ne kadınlar varmış öğren:
Vakti zamanında ben okumuş, sözü sohbeti yerinde, pişirdiği yenir, diktiği giyilir bir kadınla evlenmiştim. Her akşam ben filan komşuya gidiyorum, diyerek çıkar, sabaha kadar gelmezdi. Bir gün böyle, iki gün böyle, baktım ki olacak gibi değil… Nihayet gittiği yeri öğrenmek için bir akşam ben de arkasından çıkarak peşine takıldım. Az gittik, uz gittik, çok geçmeden bir kayanın önünde durduk. O beni görmüyordu. Birdenbire: - Yarıl kayam yarıl, diye seslendi.
Kayalar açılmaz mı? O hemen içeriye girdi. Ben dışarıda kaldım, çaresini bulamayınca eve dönüp yattım. O, sabaha karşı eve geldi.
O akşam ben yanıma bir yiyecek torbası ile bir kılıç alarak yine belli etmeden karımın arkasına takıldım. Yolda ona görünmeden öne geçip kayanın yanına vardım. Bir köşeye gizlendim.
- Yarıl kayam yarıl, dedi. Kaya yarıldı. Ben ondan evvel içeriye girdim. O da arkamdan girdi. Baktım zayıf bir ışık var. Görünmemek için bir köşeye çekildim. Karım ilerleyerek o ışığın yanına gitti. Çok geçmeden onun yanına bir Arap gelmez mi? Bu Arap’ın bir dudağı yerde, bir dudağı da gökte idi. Bizim kadın onun yanına yaklaşarak:
-Aman beyim, canım beyim, sakın bana darılma, bizim herifi uyutamadım da onun için geç kaldım, diye dil dökmeye başlamaz mı? Ondan sonra eğlenmeye koyuldular. İyice yorulunca yatıp uyudular. Ben o zaman yanlarına giderek bir kılıç vuruşta Arap’ın kellesini kopardım. Toprağa koyup kayanın açıldığı yere gelerek:
-Yarıl kayam yarıl, dedim, kaya yarılmadı. Beklemeye başladım. Sabaha karşı bizim kadın uyandı. Yanındaki Arap’ın kafasının kesilip götürüldüğünü görünce, hem korktu, hem de keder etti. Kendi kendine:
- Bizim herif olmasa, burada kalır, Arap için yas tutardım, demez mi?
Kan beynime sıçradı. Fakat yerimden kımıldamadım. O yanıma kadar geldi. Beni görmüyordu.
-Yarıl kayam yarıl, dedi. Kaya yarıldı. Ben ondan önce çıkarak eve geldim, yatağıma yattım. O da biraz sonra yanıma geldi. Ertesi sabah kalktığım zaman bana: - Benim kırk gün, kırk gece yasım var, beni bekleme, gidiyorum deyince, fena hâlde kızdım. Hemen torbayı alarak baş aşağı ettim. Arap’in kafası odanın ortasına “pat” diye düşünce, bizim kadının gözleri yerinden fırladı. Yere eğildi. A-rap’ın başını eline alır almaz o anda bir eşek oldu. Bir gözünden yaş, bir gözünden de kan akmaya başladı. Tutup onu a-hıra götürdüm, bağladım. Şimdi orada. İşte oğlum, benim başıma da bunlar geldi.
Yeşil kuşların dedesi sözlerini bitirince, delikanlı düşünceye dalmış. Dedenin başına gelenleri öğrendikten sonra, kendisinin haksız olduğunu daha iyi anlamış. Fakat oradaki yeşil kuşları merak eden delikanlı, dedeye sormuş:
- Dede, bu kuşları niçin burada topladın? Yeşil kuşların dedesi demiş ki:
- Oğlum, bu kuşların her biri insandır. Hem de tasalı insanlar. Dünyanın neresinde haksızlık görmüş, kederli, tasalı insan varsa haber alır almaz yeşil bir kuş hâline sokarak onları buraya getirir, kendime evlat edinir, her gün güzel sözlerle tasalarını, kederlerini gidermeye çalışırım. Anladın mı şimdi?
Delikanlı, dedenin bu sözü üzerine, karısının kendisini niçin buraya gönderdiğini daha iyi anlamış. Allaha ısmarladık diyerek oradan ayrılacağı sırada, yeşil kuşların dedesi buna bir çiçek uzatarak:
- Al bu çiçeği de, demiş. Kalbi sana kırık olan karına ver. Başına taksın; tasadan, kederden kurtulacaktır…
Delikanlı, çiçeği alarak oradan ayrılmış. Atına binerek yola koyulmuş. Dere tepe düz, gece gündüz giderek evine varmış. Karısının yanına çıkarak yeşil kuşların dedesinin gönderdiği çiçeği ona vermiş. Başına takmasını söylemiş.
Kız sevinçle çiçeği alarak başına takmış. Fakat o ne? Çiçeği eline alır almaz ortadan kaybolan karısını arayan delikanlı, bir de ne görsün? Karısı yeşil bir kuş olmuş, pencereden dışarı uçmuyor mu? Pencereyi kapayıp karısını kaçırmamak için koşmuş ama yetişememiş. Kuş uçup gitmiş.
Delikanlı, karısına kırk gün haksız yere dayak atmakla ne kadar yanlış yaptığını, onu elinden kaçırmakla da daha iyi anlamış; ama onu eve getirmek için yeşil kuşların memleketine gitmenin de faydasız olduğunu düşünerek kaderine razı olmuş. Hatasını anlamış. Bir daha da haksızlık yapmamaya karar vermiş.
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir padişahın güzel bir kızı varmış. Günlerden bir gün, zengin bir adamın oğlu padişahtan kızını istemiş. Her iki taraf iyice görüşüp konuştuktan sonra, padişah, zengin adamın oğlunu damatlığa kabul etmiş.
Bir zaman sonra kırk gün, kırk gece düğün yapılmış, iki genç evlenmiş. Evlendikleri gece, delikanlı kızın kendisini sevip sevmediğini anlamak için bir deneme yapmış: Bir altın tabağın içinde beyaz üzüm, bir gümüş tabağın içine de kara üzüm koyarak, karısına demiş ki:
- Ey padişah kızı, söyle bakalım, bu üzümlerin hangisi tabağına uygun düştü?
Hiç beklemediği bir soru ile karşılaşan padişah kızı, tabaklara şöyle bir baktıktan sonra:
- Gümüş tabak içinde kara üzüm daha güzel görünüyor, cevabını vermiş.
Delikanlı bu cevabı beklemediği için birden köpürmüş:
- Demek sen beni değil, kapımdaki Arap uşağı sevdin ha!
Kocasının bu sözü karşısında şaşkına dönen kız, kendisini haklı olarak savunmaya hazırlanırken, daha fena bir şeyle karşılaşmış. Kocası eline geçirdiği bir sopa İle üzerine doğru geliyormuş. Kendini korumak için odanın bir köşesine kaçmışsa da delikanlı hemen arkasından yetişerek onu yakalamış, dövmeye başlamış. Tam kırk sopa vurarak zavallı kızı adeta hasta etmiş.
Bir gün böyle, iki gün böyle… Kırk gündür kız, kocasından sopa yiyormuş.
.
Biz bırakalım onları bu hâllerinde…
O civarda fakir bir kocakarının bir oğlu varmış. Oğlan bir gün kazandığı para ile bir top bez alıp anasına getirerek:
- Ana, demiş, bu bezden bana birkaç tane gömlek yap. Ama gömlekleri hiç tasası olmayan bir insana kestir ki ben de hiç tasa çekmeden onları sırtıma giyebileyim…
Kadıncağız düşünmeye başlamış. Acaba komşular arasında tasasız kim var ki? Çok geçmeden, buldum diye sevinerek oğluna koşmuş:
- Daha geçenlerde evlenen padişah kızı var, demiş. Ondan tasasız kim olabilir ki? Ben hemen ona gidiyorum oğul!
Oğlan:
- İyi buldun ana, demiş, hem padişah kızı hem de zengin bir eve gelin gitti. Elbette ondan tasasız kimse bulamayız.
Kadın hazırlanmış. Koltuğuna bir top bezi alarak yola çıkmış. Sevinerek girmeye başlamış. Çok geçmeden zengin adamın köşküne varmış.
Kapıyı hizmetçiler açmış. O sırada adam evde olmadığı için kadını gelinin yanına çıkarmışlar.
Yediği dayaklardan her tarafı çürük içinde kalan, kemiklerinin sızısından yerinde güç oturabilen kız, hâlini belli etmemeye çalışarak:
- Buyurun teyzeciğim, demiş. Bir dileğiniz mi var?
Kocakarı, padişah kızının kendisini güler yüzle karşıladığını görünce içi ferahlamış, konuşmaya başlamış:
- Ah evladım, sakın seni böyle sabah sabah rahatsız ettiğim için gücenme. Benim bir oğlum var. Kazandığı para ile şu bir top bezi alıp gelmiş, gömlek istiyor. Ama tasasız bir kimseye kestir de ben de tasasız giyeyim diyor. Düşündüm, taşındım sizden daha tasasız kim olabilir? Bezi alıp geldim… Güzel ellerinizle oğluma birkaç gömlek keserseniz memnun olurum.
Kocakarının sözlerini dikkatle dinleyen kız, kendi kendine şöyle bir düşündükten sonra:
- Teyzeciğim, demiş, dünyada tasasız insan yoktur ki ben de tasasız olayım? Sana ben tasamı anlatmaya başlasam, inanmazsın! Onun için bu gece benim misafirim ol, seni o-damdaki dolapta saklayayım. Benim ne büyük tasam olduğunu o zaman anlarsın!
Kocakarı, padişah kızının da tasası olduğunu öğrenince, ne diyeceğini bilememiş. O gece orada kalıp kızın tasasını öğrenmeye karar vermiş.
Kız, misafirine yemek yedirdikten sonra, onu kimseye göstermeden odasındaki dolapların en büyüğüne saklamış.
Akşam olunca, zengin adamın oğlu gelmiş:
- Sen beni sevmedin de kapımdaki Arap uşağı sevdin ha, diyerek elindeki sopa ile kızı dövmeye başlamış. Kırk sopa vurduktan sonra çıkıp gitmiş.
Zavallı kızın bağırmasına, inlemesine dayanamayan kocakarı, dolaptan çıkarak kızın vücuduna ilaç sürmüş. Sabaha kadar onun acısını paylaşmış. Gün ışırken, bezini koltuğuna aldığı gibi kestirmeden evine dönmüş.
Annesini merak eden oğlan:
- Nerede kaldın ana, demiş. Kocakarı gördüklerini bir bir oğluna anlatmış. Oğlan da padişah kızının tasasına üzülmüş. Anasına demiş ki:
- Ana, ben eski gömlekle gezsem de olur ama padişah kızını tasadan kurtarmak lazım! Şimdi sen ona git, kocası bu akşam gene onu dövmeye gelince “Ne seni seviyorum ne de Arap uşağı, yeşil kuşların dedesini seviyorum.” desin. Adam evden çıkarak yeşil kuşların dedesini aramaya gider. Kız ondan sonra kurtulacak, üzülmesin…
Kocakarı, oğlundan bu aklı alınca hiç beklemeden yola çıkıp padişah kızının yanına gitmiş, oğlundan öğrendiklerini ona tekrar etmiş. Sonra evine dönmüş.
Akşam olunca, adam yine gelmiş. Karısını dövmeye hazırlanırken, o:
- Ne seni seviyorum ne de Arap uşağı demiş. Ben yeşil kuşların dedesini seviyorum…
Kız böyle deyince adam duraklamış. Yeşil kuşların dedesi acaba nerede? Gidip onu bulayım diye düşünerek yola çıkmış.
Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Altı ay bir güz gitmiş, bir çayıra varmış. Orada kocaman bir konak görmüş. Yanına giderek uşaklarla konuşmuş. Atını bir ahıra bağlayarak yukarıya çıkmış. Önüne bir kapı gelmiş. Biraz sonra kapı kendi kendine açılınca kendisini büyük bir odada bulmuş. Burası odadan çok hiç kimsenin girmediği bir orman ortasında bir bahçeye benziyormuş. Her tarafta ağaçlar, çiçekler, çalılar varmış. Her ağacın dallarında, her çiçeğin üstünde, her çalının dibinde birçok, hem de pek güzel yeşil kuş varmış. Odanın en sonunda bir ağaç kovuğunda da uzun beyaz sakallı bir ihtiyar oturuyor, kuşlara bir şeyler öğretiyormuş.
Delikanlı, selam verip yürümeye başlamış. Yeşil kuşların dedesi, delikanlının selamını alarak yer göstermiş.
Yeşil kuşların dedesi:
- Söyle bakalım evlat, demiş. Buralarda işin ne senin?
İhtiyar, gelen misafire böyle seslenince, kuşların hepsi susup yeni gelene bakmışlar. Onun vereceği cevabı beklemişler.
Delikanlı, derdini anlatmaya başlamış:
- Ben bir padişah kızı ile evlendim. Evlendiğimiz gece bir altın tabağa beyaz üzüm, bir gümüş tabağa da siyah üzüm koyarak bunların hangisi uygun düştü diye sordum. Gümüş tabağa siyah üzüm daha uygun demesin mi? O zaman anladım ki bu kız beni değil kapımdaki Arap uşağı seviyor. Ben de ona her gün kırk deynek vurmaya başladım. Kırk gündür hep böyle dövmekteyim…
Son günü bana:
“Ne seni seviyorum ne de Arap uşağı, ben yeşil kuşların dedesini seviyorum.” dedi.
Ben de onun için seni almaya geldim, demiş. Yeşil kuşların dedesi:
- Oğlum, demiş. Daha söyleyeceğin var mı? Delikanlı:
- Hayır, demiş. Bu kadar… Bu sefer dede:
- Oğlum, sen haksızsın, demiş. Karının hiç kabahati yok. Sen fikrini sormuşsun o da söylemiş. Onun sözünden fena mana çıkmaz ki… Hem senin karın gül gibi bîr kadındır. O-nun kıymetini bilmemişsin. Bak ben sana başımdan geçenleri anlatayım da o zaman dünyada ne kadınlar varmış öğren:
Vakti zamanında ben okumuş, sözü sohbeti yerinde, pişirdiği yenir, diktiği giyilir bir kadınla evlenmiştim. Her akşam ben filan komşuya gidiyorum, diyerek çıkar, sabaha kadar gelmezdi. Bir gün böyle, iki gün böyle, baktım ki olacak gibi değil… Nihayet gittiği yeri öğrenmek için bir akşam ben de arkasından çıkarak peşine takıldım. Az gittik, uz gittik, çok geçmeden bir kayanın önünde durduk. O beni görmüyordu. Birdenbire: - Yarıl kayam yarıl, diye seslendi.
Kayalar açılmaz mı? O hemen içeriye girdi. Ben dışarıda kaldım, çaresini bulamayınca eve dönüp yattım. O, sabaha karşı eve geldi.
O akşam ben yanıma bir yiyecek torbası ile bir kılıç alarak yine belli etmeden karımın arkasına takıldım. Yolda ona görünmeden öne geçip kayanın yanına vardım. Bir köşeye gizlendim.
- Yarıl kayam yarıl, dedi. Kaya yarıldı. Ben ondan evvel içeriye girdim. O da arkamdan girdi. Baktım zayıf bir ışık var. Görünmemek için bir köşeye çekildim. Karım ilerleyerek o ışığın yanına gitti. Çok geçmeden onun yanına bir Arap gelmez mi? Bu Arap’ın bir dudağı yerde, bir dudağı da gökte idi. Bizim kadın onun yanına yaklaşarak:
-Aman beyim, canım beyim, sakın bana darılma, bizim herifi uyutamadım da onun için geç kaldım, diye dil dökmeye başlamaz mı? Ondan sonra eğlenmeye koyuldular. İyice yorulunca yatıp uyudular. Ben o zaman yanlarına giderek bir kılıç vuruşta Arap’ın kellesini kopardım. Toprağa koyup kayanın açıldığı yere gelerek:
-Yarıl kayam yarıl, dedim, kaya yarılmadı. Beklemeye başladım. Sabaha karşı bizim kadın uyandı. Yanındaki Arap’ın kafasının kesilip götürüldüğünü görünce, hem korktu, hem de keder etti. Kendi kendine:
- Bizim herif olmasa, burada kalır, Arap için yas tutardım, demez mi?
Kan beynime sıçradı. Fakat yerimden kımıldamadım. O yanıma kadar geldi. Beni görmüyordu.
-Yarıl kayam yarıl, dedi. Kaya yarıldı. Ben ondan önce çıkarak eve geldim, yatağıma yattım. O da biraz sonra yanıma geldi. Ertesi sabah kalktığım zaman bana: - Benim kırk gün, kırk gece yasım var, beni bekleme, gidiyorum deyince, fena hâlde kızdım. Hemen torbayı alarak baş aşağı ettim. Arap’in kafası odanın ortasına “pat” diye düşünce, bizim kadının gözleri yerinden fırladı. Yere eğildi. A-rap’ın başını eline alır almaz o anda bir eşek oldu. Bir gözünden yaş, bir gözünden de kan akmaya başladı. Tutup onu a-hıra götürdüm, bağladım. Şimdi orada. İşte oğlum, benim başıma da bunlar geldi.
Yeşil kuşların dedesi sözlerini bitirince, delikanlı düşünceye dalmış. Dedenin başına gelenleri öğrendikten sonra, kendisinin haksız olduğunu daha iyi anlamış. Fakat oradaki yeşil kuşları merak eden delikanlı, dedeye sormuş:
- Dede, bu kuşları niçin burada topladın? Yeşil kuşların dedesi demiş ki:
- Oğlum, bu kuşların her biri insandır. Hem de tasalı insanlar. Dünyanın neresinde haksızlık görmüş, kederli, tasalı insan varsa haber alır almaz yeşil bir kuş hâline sokarak onları buraya getirir, kendime evlat edinir, her gün güzel sözlerle tasalarını, kederlerini gidermeye çalışırım. Anladın mı şimdi?
Delikanlı, dedenin bu sözü üzerine, karısının kendisini niçin buraya gönderdiğini daha iyi anlamış. Allaha ısmarladık diyerek oradan ayrılacağı sırada, yeşil kuşların dedesi buna bir çiçek uzatarak:
- Al bu çiçeği de, demiş. Kalbi sana kırık olan karına ver. Başına taksın; tasadan, kederden kurtulacaktır…
Delikanlı, çiçeği alarak oradan ayrılmış. Atına binerek yola koyulmuş. Dere tepe düz, gece gündüz giderek evine varmış. Karısının yanına çıkarak yeşil kuşların dedesinin gönderdiği çiçeği ona vermiş. Başına takmasını söylemiş.
Kız sevinçle çiçeği alarak başına takmış. Fakat o ne? Çiçeği eline alır almaz ortadan kaybolan karısını arayan delikanlı, bir de ne görsün? Karısı yeşil bir kuş olmuş, pencereden dışarı uçmuyor mu? Pencereyi kapayıp karısını kaçırmamak için koşmuş ama yetişememiş. Kuş uçup gitmiş.
Delikanlı, karısına kırk gün haksız yere dayak atmakla ne kadar yanlış yaptığını, onu elinden kaçırmakla da daha iyi anlamış; ama onu eve getirmek için yeşil kuşların memleketine gitmenin de faydasız olduğunu düşünerek kaderine razı olmuş. Hatasını anlamış. Bir daha da haksızlık yapmamaya karar vermiş.
Türk Masalları
- Altın Kozalaklı Gümüş Selvi
- Yeşil Kuş